Uzun saatler, tıkırdayıp yok olan zamanda akan bulutlar; griye çalmıştı. Yağmur bekleniyordu. Sel peşi sıra şehri sarmalayıp günahlarından arındıracaktı. Babam öyle derdi.

İzledim sahilde bende gelmekte olanı. Tanrının açtığı kollarından uzaktaydım. Sıcaklığı beni terk edeli yıllar mı oluyordu, şefkatini alıp gitmesi ile ansızın kaç mevsim geçmişti?

Bilmiyordum. Pek kafirce izledim yaklaşan fırtınayı.

Çocukken. Her ölümlüye musallat olan o çocukken kelimesi, evet çocukken... Fırtına yaklaştığında babamın sözleri çınlardı kafamda. “Tanrı günahlarımızı temizleyip yeni bir sayfa açmamız için gözyaşlarını akıtıyor,” derdi. Uzun bıyıklarından çıkan kelimeler usulca uzaklaşırdı ağzından. Gözleri sert ve minnetle parlardı. O zamanlar bende onun gibi minnetle bakmak isterdim.

İşte geliyordu. Şimşekler peşi sıra gökyüzünü aydınlatıp dansına başlamıştı. Küçük damlalar düşüyordu denize, soğuk kumlara ve kaldırımlara. Bir tanesi alnıma yol aldı. Kafamı kaldırdım. Gözlerimde minnettarlıktan eser yoktu.

Kocaman pişmanlık sadece...

Hava durumu uyarmıştı. Yetkililer takım elbisesinin ardından sert kaşlarına güvenerek durumu izah etmişti. Akçay kasabası evine kapanmıştı. Panjurlar çekilmiş, yalnız ağaçlar terk edilmiş ve sığınak için kilise ve camii de erzak depolanmıştı. Büyük bir şey geliyordu.  Herkes öyle diyordu.

Balıklar bile kaçmış gibiydi, ağlar bir haftadır boş, tekneler eve yalpalanarak ve umutsuzca dönerken balık kokan adamlar öfkeli. Bir hinlik var diyorlardı, bir piçlik var bu havada.

Evet bir şey farklı. Şimşekler parlıyor ama ses yoktu. Bulutlar griye çalıyor ama güneş bir bardağın arkasına saklanırmışçasına parlıyordu. Sert rüzgar dışında her şey de tuhaf bir koku var.

Bekledim bende. Neyi beklediğimi bilmeden. Sahile sürükleyen adımlarım neden beni buraya getirdiğini sormadan. Kabanımın cebine sıkıştırdığım konyağımdan bir yudum almadan bekledim sahilde. Ama hava soğuyor, rüzgar taranmış saçımı bozmuş, suratımı ısırıyordu.

Konyağı çıkarıp kapağını açtım ve bir yudum içtim. Tüm bedenim sıcaklıktan titredi. Ağzımda ekşimsi bir tat, gözlerim ıslandı.

Babamın cenazesinde cübbesini giyip ilahiler söyleyen bendim. İstediği gibi bir rahip olmuştum. Tıpkı onun gibi.

Tıraşlı suratında losyon kokusunu midemi bulandırmıştı. Sert kaşları ölürken de onunlaydı. Hiç değişmemişti. Annemi döven ellerindeki nasır yerli yerindeydi. Ama hakkını vermek lazımdı onu süsleyip canlı gibi gösteren herife, işini iyi yapmıştı. Açık tabutta makyajlı yüzü orgdan yükselen müzikle beraber sanki havalanıp cennete gidecekmiş gibi izlenim yaratmıştı bende. Belki de cehenneme, kim bilir?

Sahilde soğuk kuma oturmamı yakışık bulmazdı sanırım babam. Özellikle böyle bir fırtınanın üstüme doğru geldiğini görse. Ancak ölüydü. Ve ölüler konuşmazdı. Dimi?

Konyaktan bir yudum daha alırken gözlerim aynı görüntü ile sarsıldı. İnsan bazı şeylere alışamıyordu sanırım. Kıyıyı döven dalgaların biraz ötesinde babam duruyordu. Beline kadar gelen denizde dikilmiş bana bakıyordu. Suratından kan çekilmiş, bıyıkları ve saçları ıslaktı. Gözleri boş bakmaktan yorulmuş gibi öylece süzüyordu beni.

Bir yudum daha aldım.

Tanrımı bulurken lisedeydim. Kasabanın yaramaz beşlisi dedikleri çocuklarla sigara otlanıp biramızı içerken babama yakalanmıştık. Islak havlu ve karanlık. yemek yok, ses yok. Eski radyodan yükselen vaazlar ve dualar sadece. Kaç gün öyle geçtiğini hatırlamıyordum. Gün ışığını gördüğümde annem bana sarıldı ve tanrının herkesi affedecek kadar merhametli olduğunu fısıldadı. O merhametli bakışlardan istiyordum.

Tanrıyı öldürdüğümde ise fırtınalı bir günde denizdeydim. Ellerime bakıyordum.

Gözlerimi kıptım ve elimdeki konyak şişesini denize attım. Kendimi denizi kirlettiğim için kötü hissetmiştim ama babam gitmişti.

Bir olta ve tekne. Babam bunu hak ettiğimi söylemişti. Baba ve oğul. Rahip olmuştum.

Annem bir çanta hazırlayıp elime tutuşturmuştu. “En sevdiğin, elmalı turta.”

Oltaya hiç balık gelmemişti. Elmalı turta hiç yenmemişti o gün. Güneş tepede parlarken kasabadan uzağa gitmiş oltamızı serin denize salmıştık.

“Beni şaşırtın evlat,” demişti babam.

“Öyle mi?”

“Evet öyle, hep yoldan çıkan bir yanın vardı senin. Yanılmışım,” deyip, omzuma vurmuştu nasırlı elleriyle. Bıyık altından bayat bir kahkaha atmıştı. “Baba oğul kutsal ışığın altında balık tutmak... Bunu hak ettin evlat.”

Sessizce “öyle mi,” diye fısıldadım, o duymadı.

Yine o çocukken kelimesine sığınıp geceleri tavan arasında yatağımda uyurken sesler duyardım. İlklerde anlamadığım sonrasında babamın çalışma odasında bulduğum kırbaçla anladığım sesler. Tanrıdan af dilenen babam. Büyük acılarla kendini adıyor tanrısına, bir aziz gibi. Ama hayır, babamın sırtında hiç iz yoktu. Hiç bir zaman da olmadı.

Annemi hiç çıplak görmedim. Kollarındaki tüylere hiç şahit olmadım, uzun saçlarının okşadığı boynunu bile görmemiştim. Uzun siyah kıyafetlerin içine sığınan dul gibi giyinirdi hep. Merak, bir çocuğun keskin bıçağı ola gelmiştir hep. Ve bende meraklıydım.

Annemi ilk kez çıplak gördüğümde banyonun anahtar deliğinden bakıyordum. Tanrının yargılayan sesi omuzlarımda ağır bir kılıç gibi vicdanımı deşiyordu. Yanlıştı ama o sesler...

Gördüm; kırbaç izlerinin kabuk bağladığı eti, pembe olanın arasında acılan yarıkları. Tüm sırtı kaplıyordu, omuzlarına, ve dönünce memelerine kadar yol alan izleri.

Ağladım ve o gece tekrar sesleri duydum. İniltiler, ağlamaklı sesler ve kulağımı kapattığım tüm o günahları. Ellerimi birleştirip dua ettim. Ettim. Duyan yoktu.

Babam teknede sevinçle bağırdığında anılarımdan kopmuş ona bakmıştım. Ağını çekip bir şeyler söylüyordu, duymuyordum. Yapacak olduğum şeyin uğultusu sağır etmişti beni.

Onu denize ittiğimde, soğuk sudan başını çıkarıp çırpınarak bana baktı; suratında kocaman aptal bir ifade vardı. Oltayı çıkardım ve köküyle kafasına sert bir darbe geçirdim, bayılıp kendini suya teslim etmişti. Sonra belimden çıkardığım çakım ile teknenin sert tahtasında bir delik açtım. Söylemeyi unuttum. Kasaba da en iyi yüzücüydüm...

O gece sorular dindiğinde anneme çorba yaptım. Elinden öpüp uyuttum. O gece sesleri duymam diye düşündüm. Yanıldım. Gerçi sesler yoktu ama hep yanı başımda dikilen babam ötülenmiş ıslak kıyafetiyle bana bakıyordu. Gözlerimi kapattım, taş fırlattım ve sövdüm. Hayır, o hep yanı başımda bana bakıyor.

İşte şimdi burada fırtınayı bekliyorum. Belki kendimi denize bırakırım. Babamda temiz kıyafeti ile bana bakar. Beraber aynı kaderi paylaşırız.

Yağmur azmaya başlamıştı. Ayağa kalktım. Belki başka bir gün. Eve gitmem lazımdı. Annemin romatizması coşmuş olmalıydı ve bugün cumaydı. En sevdiği dizisi başlayacaktı. Yemek yapmalıydım.

Belki başka bir gün baba...

Başka bir gün.