Bir varmış bir yokmuş. Dünyada insan çokmuş. Gökte şifa, yerde dertler derya olmuş.

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Nil Nehri’nin ötesinde, fakir ama mutlu yaşayan bir karı koca varmış. İsimleri Gürsel ve Mürsel olan bu karı koca gece demiyor, gündüz demiyor, var güçleri ile rahat bir hayat sürmek için çalışıyorlarmış. Mürsel zaman zaman dağın arkasındaki tatlı su nehrinden balık tutuyor, Gürsel ise bağ bahçe işleri ile uğraşıyormuş. Beraber ise çiftliklerini sürüp tahılları kış için ayırıyorlar, buğdayları elekten geçiriyorlarmış. En büyük mutlulukları ahırda bulunan hayvanlarının birer ikişer doğurması, sevinçlerine ortak olmalarıymış. Bir gün yine ahırda bayram havası hakimmiş. En sevdikleri kuzuları Sarıbaş doğuruyor, Gürsel ise ahırda Sarıbaş’ın doğumuna yardım ediyormuş. Mürsel her zamanki gibi ise elinde kovasıyla balık avından dönmüş, karısına yardım ediyormuş. Sarıbaş’ın kuzusu doğmuş, annesinin yanına verilmiş bir şekilde ahırdan çıkarlarken Mürsel:

“Allah şu kuzunun bile yüzüne bakıyor, evlatsız koymuyor. Bize gelince senelerdir yüzümüzü güldürmüyor. Yaşımız da geçiyor. Kuzu kadar kıymetimiz, değerimiz yok mu? Veren Allah bizi de şu kuzunun hürmetine bizi görse de burnumuz bir evlat kokusunu içine çekse.” demiş.

Gürsel ise dalmış hayaller kurmaya:

“Şöyle badem gözlü, ak benizli, çiçek kokulu bir oğlum olsa daha ne isterim?”

Mürsel karısını yalnız bırakır mı hiç? Başlamış o da hayale ortak olmaya:

“Uzun boylu, yiğit de olsun Gürsel. Şen şakrak mutlu bir çocuk olsun da hanemize bolluk, bereket getirsin. Bir bakışı ile gönlümüze huzur doldursun. Er olsun. Bir dediğini yere koymasın. Gök yoldaşı, yer yatağı olsun,” demiş. 

Onlar böyle hayallere dalarken gökyüzündeki meleklere ulaşmış dua. Ne zaman nerede dua edeceğine dikkat et der benim anam. Kel oğlan, keleş oğlan. Dua saati var der de ondan bilirim. Her neyse, bizim karı koca dualarının arşa ulaştığından habersiz evlerinin yolunu tutmuşlar. Onlar evlerinin yolunu tutadursunlar, gelin biz bir diğer masala konu olacak memleketten bahsedelim:


Nil Nehri’nin bir ötesindeki memlekette yıllardır süregelen bir sorun baş göstermiş. Kral, tahtının elden gideceği düşüncesi ile tüm doğmuş erkek çocuklarının ölüm emrini vermiş. Verilen bu emir ile cellatlar gördüğünün kellesini alıyor, yaş fark etmeksizin erkek çocuk ölümleri gerçekleşiyormuş. Öyle ki anaların feryat figanı gök kubbeyi deliyor, bulutlar kara çalıyormuş. Sokaklarda, evlerde bir tane erkek çocuk nefesi kalmayana kadar bu emir devam etmiş. Fakat ol dedikten sonra önünde dağların kıyamda duracağı bir kudret var. O kudret bir erkek çocuğuna ömür vermiş. Verilen ömrü geri almanın gücü ondan başka kimde bulunur? Bu erkek çocuk yeni doğmuş bir bebekmiş. Ölümler esnasında annesi hamile olan bu bebek, tam kralın emrinin uygulandığı zamanda dünyaya gözlerini açmış. Küçük büyük fark etmeden erkek çocukların canlarını aldıkları için ise annesi, çocuğunun da canına kıyılacağını bildiğinden bir gece yarısı küçük bir salın içine bebeği koyduğu gibi bebeği Nil’in serin sularına bırakmış. Tedbir benden, taktir Allah’tan demiş, oğlunun yanına azık olarak gözyaşını ve duasını yerleştirmiş. Sal durgun suda yol almış, ilerlemiş, ilerlemiş. Gelmiş, bizim karı ile kocanın evinin dibinde bir yamaçta durmuş. Günün ilk ışıkları daha ağırmadan nehrin başında bir tane minik bir peri peyda olmuş. Gülsel ile Mürsel daha güzel uykularında yedinci rüyalarını görürken peri kızı bir saldaki küçük erkek bebeğe, bir de küçük kulübede uyuyor halde olan karı kocaya bakmış. Bir gülümseme ile elini attığı gibi saldaki bebeği almış kucağına, zıpladığı gibi karı kocanın odasında bulmuş kendisini. Saldaki bebeğin ise sesi soluğu çıkmıyor, sanki yeni ailesine kavuşmayı bekliyor gibi bir hali varmış. Çakmak çakmak gözleri ile peri kızını izliyor, minicik elinin başparmağını ağzına götürüyormuş. Peri ise bu minicik tatlı bebeği dikkatle karı kocanın arasına yerleştirmiş.Peri, bebeği ben verdim, adını siz verin demiş, karı kocanın kulağına fısıldamış. Daha sonra ise kendi peri ışıltısından bebeğin üzerine serpiştirmiş.Bir duvarın önünde gözlerini kapatıp yok olmuş. Gün doğmuş. Gülsel ile Mürsel vakitli öten horozun sesi ile gözlerini açmışlar. Olanlardan habersiz şekilde gözlerini açıklarında tam ortalarında duran bu ay parçası bebeği görünce neredeyse küçük dillerini yutacaklarmış. Mürsel, Gürsel’e bakmış; Gürsel, Mürsel’e. Hayal mi gördük, meczup mu dolduk diye gözlerini bir iki ovuşturup iki kez kapatıp açtıklarında ise bebeğin hâlâ tam ortalarında olduğunu gördüklerinde ne düşte ne de rüyada olmadıklarını anladılar. Gayrı artık güneş batmasa ne olur, ay çıkmasa ne olur? Cümle mahlukat peyda peyda yok olsa ne olur? Felekler yıkılsa, arş yere inse ne olur ? Gök düşse, toprak çökse ne olur? Murat edilen gerçekmiş, ötesi berisi olsa ne olur, olmasa ne olur? Demişler, sevinçlerini tüm konu komşu ile paylaşmışlar. Mutluluk uzun süre sürmüş, sevince herkes ortak olmuş. Artık Gürsel bebeği ile ilgileniyor, ona iyi bir anne olabilmek için elinden geleni yapıyormuş. Ninniler söylüyor, karnını doyuruyor, temiz yatağında onunla birlikte sarılıp uyuyormuş. Olacak olan olur ya. Artık bebekleri olmadığından mı dersiniz, bilmediklerinden mı dersiniz, orası size kalmış. Özellikle erkek bebeklerin sünnet olup güvenliğe erişene kadar türlü yollarla korunması gerekirken akıllı karı koca bu gibi durumlara hiç dikkat etmiyor, bu konuda oldukça rahat davranıyorlarmış. Bebek eşyası ulu orta yere konulmaz, kırkı çıkana kadar bebek kimseye gösterilmez. Fakat Gürsel, annelik duygusundan ne yapacağını bilmediğinden otuz ikinci günde bebeğin altını pislettiği çamaşırı yıkayıp dışarıya asmış. Vah felaketler ola! Aradan biraz zaman geçince Gürsel ile Mürsel bebeklerinde bir sorun olduğunu hemen anlamışlar. Şen şakrak olan, bir güldüğünde tüm evi huzur kaplayan bebek artık gülmüyor, sürekli uyuyormuş. Neyse ki bu işte bir gariplik olduğunu anlamaları kısa sürmeden bir hal çare aramaya koyulmuş karı koca. Aramışlar taramışlar. Memlekette en bilir kişiyi bulup getirmişler eve. Kaç çocuğu bu beladan kurtardığı bilinmeyen bu kadın geldiği gibi anlamış bebeğin başına gelenleri:

“Bebeğe Al-bız görünmüş. Kırkı dolmadan bebeğe, sünnet edilmeden erkek çocuğuna musallat olur Al-bız. Kara saçlı iblisin çocuğudur o. Bir tuttuğunu bir kere bırakmazken göründüğü çocukların iliğini, damağını kurutur.” Almış götürmüş yavrucağı bir kuytu köşeye. Bir kuyu bulmuş, çömelmiş yanına. Kuyunun yanından kestiği sazlıklardan birini keserek ney yapmış başlamış çocuğa çalmaya. O neyi çalmış, çocuk dinlemiş. Her bir ney çalışınca Al-bız’ın laneti düğüm düğüm çözülmüş çocuğun vücudundan. Lanet önce parmaklarından başlayarak başına kadar çözüm çözüm açılmış. Bu düğüm çözme işlemi bittiğinde ise çocuk ağlamaya başlamış. Meğer bu lanet çocuğun tüm ağlamalarını susturuyor, ağlaması gereken çocuk içinde biriktirdikçe boğuluyormuş. Bundandır ki çocuğun sesi soluğu çıkmıyormuş. Yaşlı kadın ise:

“Al-bız’ın anası 

Kara çalar asası 

Ney ile üflenenin

Yarına kalmaz yarası” demiş, küçük çocuğu ailesine emanet etmiş.Yanına da mübarek isimlerin yazılı olduğu muskayı iliştirerek anasına babasına tembihte bulunmuş. İlerlemiş, ilerlemiş... Yaşlı kadın Nil’in başına gelince parmağını şıklatmış, peri haline bürünmüş. Evet, bizim periymiş bu. Hani bebeği ailesine emanet eden...

O günden sonra peri Nil’in başında çocuğun her büyüme anına ortak olmuş. Nehrin yamacındaki peri tahtında oturuyor, her sorunda başka bir surette çocuğa yardım ediyormuş. Koruyucu peri olarak çocuğu verilen peri, tahtında çocuğun koca adam oluşunu yüzünde tebessüm ile izlemiş.

Böyle gelir, böyle gider derler. Bu Mürsel ile Gürsel'in masalıdır... Bu sefer gökten iki elma düşmüş... İkisi de bizimkilerin başına. Sizin payınıza da masaldan çıkan kıssa düşmüş