Her şey, ölünce olacak ama hiçbir şeyden haberimiz olmayacak. Ölüm, şüphesiz en çok işlenen konuların başında gelir. Yaka, bu kitabında ölümü farklı bir bakış açısıyla okurun karşısına çıkarmayı tercih ediyor. Bu ise okurun iştahını daha da kabartıyor elbette.

           Başarılı bir yazar, ilk kitapta yakaladığı ivmeyi korumak için diğer kitabının hazırlıklarına başlıyor. Bu süreçte, yazdıklarını temize çekmesi için “tuttuğu” kadınla evlilik kararı alıyor. Yeni kitabını yazıp bitirince en yakın arkadaşının fikrini almak için okuyan yazar, büyük bir hüsrana uğruyor. Bir süre sonra kendi yazdığı kitabının arkadaşının adıyla ve hiçbir değişikliğe uğramadan basıldığını gören yazar, tam bir psikolojik bunalımın içine sürükleniyor. Yaka, ailenin ilişkilerini bütün çıplaklığıyla karşımıza çıkarıyor. Başarının tadını bir kez alan ve körleşen bir yazar… Kocasının ve çocuğunun hayatını devam ettirmesini sağlamak için bulunan bir görevli gibi hayatına devam eden kadın... İki hayatın arasında sıkışıp kalmış bir çocuk… Eşinden ve çocuğundan uzaklaşan yazar, kendisiyle boğuşmaya devam ediyor. Bu sırada çocuk, kimseyle iletişim kurmuyor. Yaka, insanın kendisi ve çevresiyle çatışmasını ilmek ilmek işlerken bunun yanına doğayla giriştiği mücadeleyi de eklemeyi ihmal etmiyor. Dağ yolundan geçilerek ulaşılan ormanın içinde yaşıyor ailemiz. Ulaşımın çok zor olduğu bölgede, özellikle kadının penceresinden baktığımızda tutunacağı sadece iki dalı var: Eşi ve çocuğu. Kadın, ikisine de tutunamıyor maalesef. Tam bu esnada yazarımız yeni bir kitabın hazırlığına başlıyor. Bunun için de özel olarak “küçük ev” adını verdiği bir çalışma odası yaptırıyor kendine. Kurallarına sıkıca bağlı olan yazar, bu evin inşası biter bitmez kendini küçük eve kapatacaktır. Biraz da olsa ümitlenen kadın tutunacağı başka bir dal bulduğunu düşünerek son günlerde işiyle ilgili sıkıntılar çeken bir gazeteciye ulaşmayı başarır. Eşinin yeni romanının haberinin yapılması bile onlara iyi gelecektir. Kadın bu düşünceye sıkıca bağlanır. Eşini güç bela ikna ettiği bu röportaj için gazeteci yola çıkar. Doğanın güçlü kolları gazeteciyi de bırakmaz elbette. Karşısına türlü engeller çıkar. Gazeteci, bu işin kendisi için hayati önem taşıdığının farkındadır. Yine de pes etme noktasına gelir, o anda karşısına çıkan kurtarıcı sayesinde eve ulaşır. Ama maalesef yazar kendini çoktan kapatmıştır, küçük evine. Daktilo sesleri ormanın derinliklerinde kaybolup giderken kadın ve gazeteci geçmişe yol alan derin sohbetlere uzanırlar.

           Kadın, gazetecinin yetişememesine üzülürken seviniyor. Ailesi dışında iletişim kuracağı birinin olması onu mutlu ediyor. Gazeteci de bu röportajı kaçırdığı için pişman ama kadınla tanıştığı için mutlu. Bu tezatlık öyle ilgi çekici ve merak uyandırıcı bir şekilde ilerliyor ki okur, bir sonraki cümleye adeta koşuyor. Yaka, bu merakı doruğa kadar çıkarıp bizi oradan aşağıya bırakıveriyor. Kadınla gazeteci yaklaşırken daktilo seslerinin araya girmesi… Beklediğimiz o yakınlaşma gerçekleşecek mi sorusu beynimizde dönüp dolaşırken günler hızla akıp gidiyor. Çocuk, biraz daha kendine geliyor. Kadın, yaşadığının farkına varıyor. Gazeteci ise kaybettiklerinden çok kazandıklarını düşünüyor. Birbirinden uzak üç kişi, aile olabilmenin yakınlığıyla mutlu. Yaka, iç içe geçmiş bu duyguları aktarırken biz de o masada oturuyor gibiyiz. Çayımızı yudumlarken kekin yumuşak kıvamı damağımızda eriyor. Onlarla beraber oturup mutluluklarının arkasındaki endişeleri izleyebiliyoruz. Acabalar denizi kabarmaya başlıyor artık. Daktilonun tekdüze sesi, küçük evi aşıp ormanın içinde yankılanmakla kalmıyor; beynimize çakılan bir çivi oluyor: “Tak, tak, tak, tak ta, t...”

Ölmekten de ağır hadiseler vardır ve en az biri gelir, mutlaka bizi bulur.