“Seni çok bekledim,” dedi gözlerime bakarken. Bir şey demedim. Dilim ya da ağzım. Uyuşuktu. Bir serum ve on iğne. Bol sıvı ve gözlerden aşağıya bilmediğim bir memleketin şarkılarını söyleyerek inen nehrin içinde…
“Seni nehre kadar takip edeceğim…” dedi.
Bir serum ve on iğne. Bol sıvı ve gözlerden aşağıya bilmediğim bir memleketin şarkılarını söyleyerek inen nehrin içinde; boğuluyorum. Bütün tenimin üzerinde bir örümceğin emek emek işlediği ince ağı yaşamak değil, sadece ölmek için yırtıp alıyorum. Pardon, diyorum, tek. Yarattığın her şeyi yıktım, belki yaşarım diye. Sabahları erken kalktım. Pencereyi anice, yalancı bir özenle açtım. Sandalyeleri kenara çekip mutfakta bilmediğim bir iki volta attım. Adımı hatırlayınca, evet, adımı hatırlayınca bir çay suyu bıraktım ocağa. Sonra bir kutudan çıkardığım pirinçleri ıslattım uzun bir asır. Parmaklarım dönüp durdu üzerlerinde. Niye? Ama dönüp durdu parmaklarım ve ellerim yabancılaştı bana. Pardon, dedim. Temizlemek uğruna tepenize inen bu zelzele ne için? Bilmem. Bilir miyim? Belki. Çay olacak bir suyu pilav yapmak için.
“Ben tanrıya inanmıyorum ama seni seviyorum. Bu kader değil. Yine de seni nehre kadar takip edeceğim…” dedi.
Sadece üç metre. Ölçülmemiş ama dar bir aralık. Ellerim mi gitmiyor yoksa gözlerim mi? Şimdi acı içimde dağılırken yüz ölçümümü fark ediyorum. Beden değil bu; çıkıntıları, derinlikleri, toz bulutları, yaş yanıkları var. Ağrının oturduğu nefeslerin manifaturacısı diyor; “dar geliyorsun… öylece her yerinden yırtılıp aşıyorsun. batacaksın. sana bu elbiseyi ben dikmedim. gelme artık bana.”
Tanrı bu elbiseyi dikerken unuttu mu beni? İpleri her yerimden sızlıyor. Sadece üç metre ve ölçülmemiş ama dar bir aralık. Yas tutuyorum. İçimde. Duyamadığınız için mi mabedimin duvarından taşlarınız aşıyor?
“Tanrıları üstün diye insanı yarattı ama şimdi her şey daha üstün senin sözünden. Ben tanrıya inanmıyorum ama seni seviyorum. Bu kader değil. Yine de seni nehre kadar takip edeceğim…” dedi.
Neydi bize kök söktüren? Damağımızı ağrıtan ve başımızı eğdiren? Alnımda sızlayan damarın üzerine düşüyor saçlarım. Kolay mı sanıyorsun bunca hiçin arasında yaşamak? İçim düşüyor, her yer delik deşik ve yüzümde yaş yanıkları. Kış bile değil, bir temmuz ortası çocukluğum üşüyor. Oysa okuyacağım kitaplar vardı ve seveceğim benlerim. Sahaf sahaf gezdim. Dükkan dükkan, bakış bakış, ses içinde ses; “buyurun, neye bakmıştınız?”
Hiçbir yerde yok o yazar. Ben mi uydurdum? Okuyacağım kitabı bile? Hoşuma giden alıntıyı bile? Sevmeyi ve nefreti ve hatta beni bile?
“Sen yalan söylemedin. Hiçbir şey çalmadın onların olan. Yine de kabul etmiyorlar. Tanrıları üstün diye insanı yarattı ama şimdi her şey daha üstün senin sözünden. Seni seviyorum diyorum ama sen suyun seni sürüklemeyeceğine inanıyorsun. Su bu; akar. Güneş bu; döner. Bugün hoyrat esen rüzgar yarın kirpiklerini sever. Ben tanrıya inanmıyorum ama onsuz sevgim seni kurtarmaya yetmiyor. Bu kader değil. Yine de… Seni nehre kadar takip edeceğim…” dedi.
Kadın keten elbisesinin paçalarını elleriyle yukarı çekip sandaletlerini ayaklarından çıkardı ve çimenlerin üzerindeki ıslak nehir kokusunu çiğnerken son duyduğu sözleri geçirdi aklından. Adımları hiçliğe karışarak nehre doğru yürüdü, soğuk ürpertti bacaklarını ama hissedeceği son şeylerden biri olabileceğini düşününce gülümsedi. Tanrı yoktu suya ilerlerken aklında, son duyduğu sözleri tekrarlıyordu. Elleri bağlanırken günahına ya da günahsızlığına koşacak bir nehir hayali kurmuyordu. Alnında sızlayan damarın üzerine düştü saçları. Kuşlar cıvıldadı. Bir dua vardı ama hayır, son duyduğu sözleri tekrarladı. Güneş yeşil ağaçlardan akıp gidiyordu ve dalgalar yükselirken dedi ki; “Yıktıkları her şeyi tamir ettim tanrım, belki yaşarım diye.”
Sadece üç metre. Ölçülmemiş ama sonsuz bir aralık. Nehrin içinde kayboldu.
“Seni çok bekledim…”