Yeni anlamlar bulup teker teker yitiriyorum.  sanırım burada insanlara merhaba deyip tekrar konuşulmuyor. Bilmiyorum örfü, âdeti. Yerlisi değilim buranın, bir yarım asır -belki biraz fazla belki az- sonra gideceğim. Öylesine otobüse biniyorum, bir yere ulaşmak için değil. Ve ne vakit binsem bir tiyatroda hissediyorum kendimi. Fonda Krobak- İt's Snowing Like it's the End of the World çalıyor. Evet, dünyanın sonuymuşçasına kar yağıyor fakat yeryüzüne değil, yüreğime. Seyrediyorum olan biteni. Herkes mi oyuncu, ben dâhil?


Bugün bir kelebek geldi odama misafirim oldu, bir yalnızlıktan sonra benimle konuşuyormuş. Bana hikâyeni anlat, dedim. Kozadan çıkma sürecinin ne kadar sancılı olduğundan bahsetti. Anlattığı için hepsini tekrar yaşamış gibi yoruldu. Daha fazlasını anlat, diyemedim. Merakım, acısını arttırsın istemedim. Ömrümüz kısa, kimseyi üzmeyelim ve üzülmeyelim diye kararlaştırdık en sonunda.


Sen de anlat dedi bana. Uzun hikâye demiş, Mustafa Kutlu dedim. Başka ne demiş, diye sordu. "Hayat dediğin nedir ki? anlaşılmaz bir sır. kurduğumuz düzen hep böyle sürüp gidecek sanırız. Birden ip kopar, ışık söner, her şey darmadağın olur." demiş. Uzun bir süre sessizlik oldu aramızda. Hayat dediğin nedir, diye düşünmüş olmalı, bir gün de olsa bir asır da olsa nedir?. . Neden sonra sen yine de anlat dedi. Ben de anlatmaya başladım.


Yerim yok ve beni görünmez yapan bir pelerinim var sandım. Yollardan görünmeden geçip gittim sandım. Aslında geçip gittiğimi görmüşler de belli bir nakaratı tekrar etmişler. Fakat ben kimse karıştırmasın defterlerimi istedim. Şimdide ne varsa sadece o olsun istedim. Alıp başımı gitmek istedim. Belki evimdi, ben bilemedim. Belki de bunların hepsi kendini beğenmişlikten, ben bilemedim. Ya evim ya değil, yine de gitmek istedim. Bir daha hiç açılmayacak pencereler var, arkasındaki ince belli porselen vazoda yapay çiçeklerin olduğu. Bir daha hiç yürünmeyecek yollar var, yürürken atılan kahkahaların atmosferin iyonosfer katmanında kayıtlı olduğu. Nereden biliyorsun yürümeyeceğini demeyin, bir his sadece. Kalmak, bana göre değil; gitmek benimki. alıp başımı gitmek istedim. İşin içinden nasıl çıkılır bilemedim. Nefret ettiğim kimse yok pekâlâ. Yok dersem olmaz sandım. İçimde nefrete dair hiçbir izdüşüm yok sandım. Ara sıra gösterdi tezahürlerini. İnsan, ''Yoksa var olduğunu bildiğimiz hiçbir duygudan sıyrılamıyor mu?'' diye sordum ona. Cevap vermedi. alıp başımı gitmek istedim.


Ne garip -çok sevdiğim bir filmde de söylendiği gibi- insan, yaşamı boyunca hayatına hep pek çok kişi girecek sanır. Hâlbuki tanıdıklarından başka pek az insan girer hayatına. Gençliğin verdiği o heyecanla trende, kitapçıda, oturduğu bankta, yürüyüşte, otobüste sürekli birileriyle tanışacağını sanır. Gidenlerin ve senin gittiklerinin yerine birileri gelir sanır. Ne büyük yanılgı. herkes ayrı bir derya, herkesin yeri ayrı. Kimsenin yerini bir başkası aynı şekilde dolduramıyor. Birinin sende bir boşluk açmasına izin vermek ne denli yanlışsa -çünkü sen; sen olduğun halinle zaten boşluksuz, tamsın- boşluğunun dolacağını düşünmek de o denli yanlış. Ama kolay olan bu. Tamamlayamadığımızı düşündüğümüz kendimizin, başkalarıyla tam olacağını sanmak. Ne büyük yanılgı. Birinde yaralar açıp birinin sende yaralar açması. Hâlâ o yerdeyim. Mazide yaşayan biri değilim aslında. Bugünlerde aklıma gelip duruyor. Annemin limon sıktığı pamuklarla bitkilerin yapraklarını tek tek silmesini izlerdim hep. Tanımadıklarıma yolda selam verişini, komşularıyla bana göre sonu gelmeyen muhabbetlerini dinlerdim. Mutfağın küçük penceresinden tabakları kaşıkları balkona taşırdım, ailecek geçirilecek güzel bir akşam yemeğinin heyecanıyla. Yatağımda uzanıp yıldızları izlerdim sanki sonradan bu kadar net göremeyeceğimi bilir gibi çünkü artık o kadar temiz bir gökyüzü altında değilim ve gözlerim o kadar net göremiyor. Yaz akşamları tren garına giden o etrafı seralarla çevrili yolda koşardım dilediğimce. Babamın işten gelip yaz kış giydiği uzun botlarının iplerini gevşetmesini beklerdim kapıda sabırsızlıkla, ton balığı getirirdi hep. Köyde yağmur yağdıktan sonra dışarıya çıkıp solucan arardım toprakta, bir kovaya doldururdum, arkadaşım olurdu hepsi. Elma ağacının altına gidip eski bir kanepeye uzandım. Alıp başımı gitmek istedim. "Gitmek, hangi acıyı onarır ki? Bilmez misin, çare değil üzüntü?" diye sordu. Bu sefer ben cevap veremedim.



Yine de alıp başımı gitmek istedim.

Gelen var mı diye sormadan

Bir gelen olmasından korkarak

En çok da bir gelen olmamasından korkarak

Haklı olmak diye bir şey var mı, söyle

Varsa ben haksızdım

Haklılara bunun o kadar önemli olmadığını

En önemlisinin bir kalp kırıklığı olduğunu

Söylemek istedim.


Sonra kelebek, bir karanfil olup yere düştü. Tıpkı Dirmit'in yaptığı gibi karanfili alıp göğsüme taktım.