“Ömer dayı, ne diyorsun bu baraj işine, gelir mi gerçekten?” “Vallahi gerçeğini sahtesini bilmem ben Şükrü, bizim oğlan ilgileniyor onlarla. Ha bana fikrimi soracak olursan ben gelsin gayrı derim. Bu toprakların zaten kimseye faydası yok. Bari baraj gelsin de etrafındakiler faydalanır, biz faydalanırız.” “Tabi Ömer dayı senin arazi bol, konuşursun böyle keyifli keyifli.” Şükrü lafını daha tamamlamadan Ömer dayının sinirlendiğini gözlerinin büyümesinden anlamıştı ama ‘ok yaydan bir kere çıktı artık’ diye geçirdi içinden. Sandalyesini sürükleyerek masadan uzaklaşmaya çalışıyordu. “Ulan Şükrü, tamam arazi bol da sanki ekip biçebiliyoruz. Oğlan şehirde, tarla tapan işine elini sürmez. Kız çocuğu desen tarlaya koşulmaz.E kaldık bir kör bir ayvaz. Biz mi tutalım bunca işi bu saatten sonra. Git başımdan, deli misin divane misin benim sinirlerimi hoplatma.” “Tamam be Ömer dayı amma da yaptın. Gidiyorum hele, beni dövmeye kalkacaksın herhalde” Şükrü, kalkarken az daha masayı devirecekti. Kahvede bulunan diğer köylüler ise komedi filmi izlercesine kahkaha üstüne kahkaha atıyorlardı. Ömer dayı oturduğu yerden söyleniyordu. Yüzü kızarmış bir hâlde yerinden kalktı, kahvedekilere bakıp bir şeyler söyledi ama o gürültüde anlaşılması mümkün değildi. Bastonu sertçe yere vurdu ve kendisinden beklenmeyecek bir hızla kahveden çıktı.
Eve geldiğinde akşam ezanı okunmak üzereydi. Yemek için hummalı bir hazırlık vardı. Sofra hazırlanana kadar abdestini alıp namazını kılabileceğini düşündü. Abdestini alırken ezan da okunuyordu. Namazını kıldıktan sonra sofraya oturdu. Kahvedeki gerilimden sonra yumuşamıştı, olayı da unutmuştu bile neredeyse. Sofraya oturdu ama zihnini kurcalayan bir şeylerin olduğu belliydi. Gözlerini kısıyor, dudağını büzüp kafasını çeviriyordu. Evdekilerle hiç konuşmamış hatta sofradaki eksikliği dahi fark etmemişti. Aysun ve Münevver Hanım tetikte bekliyorlardı. Nasıl oldu da hâlâ farkına varmadı diye tedirgin oluyorlardı. Bir ara Münevver Hanım, “Kesin inme indi adama bu sefer.” diye geçirdi içinden. Aysun ise yaşanacaklara hazır olduğunu belli etmek ister gibi sandalyesinde dik bir şekilde oturmuş bekliyordu. Ömer dayının aklında ise baraj ve Şükrü’nün yaptığı densizlik vardı. İçinden konuştuğu anlaşılıyordu ama ne dediğini kestirmek güçtü. Ev sakinleri, yine aynı meseleye sinirlendiğini düşünüyorlardı. Bu sessizliği kızı bozmak istemişti ki hareketlendiği sırada kapı açıldı. Herkes kafasını istemsizce kapıya çevirdi. “Ooo, Nuri Beyler gelmişler. Erkencisiniz efendim bugün!” diyerek çıkışmıştı ki Münevver Hanım, Ömer dayıyı dirseğiyle dürttü. Ona, sana ne oluyor, der gibi baktı ama sesini de çıkarmadı. Nuri, lavaboya girmişti bile bu arada. Geldi, sofraya o da oturdu. Daha sonra bir şey olmamış gibi bu tartışmaların hayatlarının bir parçası olduğunu düşünerek yemeğe devam ettiler. Yemekten sonra Ömer dayı, adeti olduğu üzere yatsı namazı için camiye gitti. Evde Nuri, Aysun ve anneleri kalmıştı. Aysun, birer kahve yapıp getirmişti. Üçü kahve içmeyi çok severlerdi. Ömer dayı kahveyi sevmediği için onlara katılmaz, pek katılmak da istemezdi zaten. Kahveler henüz yeni gelmişti ki Nuri kalkmaya yeltendi. Annesi kolundan tutup sedire oturtarak “Dur hele, nereye gecenin bu saatinde, daha şimdi geldin. Babanın cinlerini tepesine mi çıkarmak istiyorsun?” dedi. “Gitmem lazım anne, çok geç olmadan dönerim. Serdarlarla takılacağız hem söz verdim, gitmezsem ayıp olur. Sen derdin ya hep sözünüzün eri olun diye, e şimdi ne yapayım söz verip gitmeyim mi?” “Oğlum, oğlum!” Sesi yükseliyor, gözleri büyüyor, yüzünün rengi değişiyordu. “Benim ayarlarımla oynama! Bu saatte çıkamayacağını, babanın heyheyleneceğini gayet iyi biliyorsun, ne diye söz veriyorsun a deyyus?” “Aaa, anneciğim senin o nahif ağzına bu kötü sözcükler yakışıyor mu hiç? Neyse ben babam gelmeden kaçıyorum. Senin de ellerine sağlık kız, bu işte baya seviye atladın, aferin sana. Sen şimdi doğruca oturup dersini çalışıyorsun, o üniversite kazanılacak ona göre bak yoksa ben biliyorum sana yapacağımı.” Son sözü söylerken Aysun’un burnundan bir makas aldı. Ciddi değilim he, alınma sakın demek istiyordu sanki. Ne annesine ne de kardeşine konuşma fırsatı tanımıştı. İkisinin şaşkın bakışları arasında montunu kapıp çoktan yola düşmüştü bile. Arkadaşı az ileride arabanın içinde bekliyordu. Serdar’ın tam sabrı taşıyordu ki Nuri sertçe kapıyı açtı, ön koltuğa oturdu. Serdar gözlerini dikmiş, bakmaya devam ediyordu. Nuri ise kafasına hafifçe dokunarak “De haydi oğlum sür işte, bilmiyorsun sanki bizimkileri.”
“Yeni bir mekan açılıyor bu gece, Serkan ağabeylerin.” “Hangi Serkan?” “Var ya şu bizim Milyon Serkan, o işte.” “Vay be, demek efsane kumarbaz geri dönmüş.” dedi. Nuri şaşırdığını belli etmek ister gibi yüzünü değişik bir şekle sokmuştu. “Orada yolumuzu buluruz her türlü. Ama bana bak Nuri, sakın ola ters işler yapmaya kalkma bak, ölümüzü bile bulamazlar.” “Ya oğlum boş yapma. Ne zaman gördün benim öyle yanlış bir şey yaptığımı? İnsan gibi oyunumuzu oynarız, sonra da çeker gideriz.” “Bilmez miyim ben seni? Bu iyi çocuk ayakları bana sökmez bak, akıllı ol uyarmayayım seni bir daha.” “Hadi be oradan, sen kendine bak denyo!” Havada insanın ruhunu okşayan hafif bir rüzgâr vardı. Uzaklardan bir yerden yağmurun kokusunu getirip insanın içini huzurla dolduruyordu. Nuri, camı açıp başını dışarı çıkarmıştı. Kafasını geriye yaslamış, gözlerini kısmıştı. Kim bilir hangi olmaz hayallerin peşinde koşturuyordu. Rüzgârın peşine takılmış, o hülyadan bu hülyaya koşuyordu. Belki kumarda kazanacağı paraların hayalini kuruyor, o paralarla yapacağı büyük atılımları tahayyül ediyordu. Bu görüntüden başka anlam çıkarılması mümkün değildi. Serdar ise büyük bir ciddiyetle arabayı kullanıyordu. Siz Nuri’yi uyarmasına aldanmayın, şeytanın aklına gelemeyecek hileler onun heybesinden çıkardı daima. Şu an kafasında ne hileler, ne oyunlar kuruyor bilemiyoruz tabii ki. İkisi de kendi dünyalarında kendi hayalleriyle boğuşuyorlardı ki mekânın önüne çoktan gelmişlerdi. Arabadan inişleri ise büyük iş insanlarında görülemeyecek bir havada olmuştu. Hâlbuki altlarındaki araba 75 model Renault 12’ydi. Bu şekilde oraya girmiş olduklarına bile şükretmeliydiler. Önde Nuri, arkada Serdar terk edilmiş bir binanın içinden geçtiler önce. Binanın karanlığı, içinde bulunan yoğun çöp kokusu insanın içini ürpertiyordu. Kusmamak için kendilerini zor tuttular. Orayı geçene kadar öğürmekten içleri dışlarına çıkmıştı. İçlerinden kallavi birkaç küfür savurdukları gözlerinden okunuyordu. Daha sonra karşılarına çıkan yıkık dökük merdiveni dikkatlice geçtiler. Karşılarına, en az elli yıllık olduğuna iddiaya girerim, dediği kapı çıkmıştı. Serdar’a dönerek “Doğru yere geldiğimize emin misin?” der gibi başını kapıya çevirip şaşkın bir şekilde baktı. Serdar da “Ne bekliyordun, restorana değil ya kumarhaneye geldik.” diyerek merakını gideren bir bakışla karşılık verdi. Kapıyı yavaşça ittiler. Kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Gördükleri karşısında ise dillerini yutacaklardı neredeyse. Girişte, sağda uzunca bir mermer tezgâh, tezgâhın üzerinde çeşit çeşit içeceğin olduğu –aklınıza gelen gelmeyen bir sürü alkol- bir bölüm vardı. Tezgâhın arkasında uzun saçlı, değişik tarzlı bir genç vardı. Solda ise büyük bir askılık yer alıyordu. Ceketler, hırkalar, montlar üst üste asılmıştı. Ortadaki hepsi de dolu elli masa gözlerine çarptı. Tavanın tam ortasında camilerdeki büyük avizeleri andıran şatafatlı bir avize vardı. Ulan bu inşallah düşmez, diye geçiriyordu muhtemelen içinden. Tavandan sarkıtılan ince bir kabloya bağlı gibi görünüyordu çünkü. Masaların hepsi aynı boyutta ve aynı renkteydi. Yeşil bir örtü ile örtülmüş, üzerinde beyaz okey taşları ve kahverengi takozlar vardı. Sanki bir bahçeyi andırıyordu, yeşilliğin üzerinde uzanan kahverengi gövdelerde açmış ortası beyaz rengârenk çiçekler… Hani ilkokulda resim dersinde yaptığımız, bahçesinde küçük bir derenin bulunduğu o resimdeki çiçeklerden… Ortamdaki müzik adeta insanı içine çekiyordu. Hemen boş bir masa bulup oturdular. Masalar küçükten büyüğe doğru sıralanıyordu. Açılışı en küçükten yapacaklardı çünkü kural böyleydi. Kazandıkça yükselebilirlerdi elbette. İlk andaki o şoku atlatıp ortama çabucak ayak uydurmuşlardı bile. Onları uzaktan gören kırk yıllık kumarcı diye düşünebilirdi, haksız da sayılmazdı açıkçası. Masaya içecekler, yiyecekler geliyor, karşılarındaki rakipler de neredeyse aynı hızla değişiyordu. Şansları yaver gidiyordu bugün. İşte belki de kumarın en can alıcı noktası burasıydı. İnsan, hep kazanacağım zanneder ve oynamaya devam eder. Son ise hiç değişmez, büyük bir hüsran! Bu son kimi için yakındır, kimi için ise uzak… Nuri de aynı sona doğru sürükleniyordu hiç şüphesiz. Ama şu an tam anlamıyla zafer sarhoşuydu ve o nihai son uzak görünüyordu.
Yaklaşık bir ay boyunca her akşam gittiler oraya. Şansları da şaşılacak kadar iyi gidiyordu. Oturdukları oyunların tamamına yakınını kazanınca yüklü bir miktar kazanç sağlamışlardı. Hiçbir patron kendi mekânında bu denli yüksek kazançların kazanılmasını istemezdi muhakkak. Bir cumartesi gecesi, havada hafif yağmurun varlığı insanın içini şenlendiriyordu. Yağmurun altında kollarını açıp kulaklığını takarak saatlerce menzili olmayan bir yürüyüş yapma hevesi doğuyordu insana. O akşam yine mekânın önündeydi iki büyük kumarbaz: Nuri ve Serdar. Bu akşam büyük masaya oturacaklardı. Eğer bu masadan kalkabilirlerse patron ile oynamaya hak kazanacaklardı. Bu elbette büyük bir onurdu onlar için. Büyük bir ciddiyetle içeri girdiler. Karşılamada en küçük bir kusur yoktu. Beklenen iki iş insanı gibi ağır ve ciddi hareket ediyorlardı. İçeri girdikleri andan beri bütün gözler onların üzerindeydi sanki. Heyecandan ayaklarının bağı çözülmüştü, adımlarını karıştırıyorlardı. Yürümeyi yeni öğrenen bir çocuğun endişeli hâli vardı üzerlerinde. Neyse ki bu durum uzun sürmedi de oturacakları masanın önüne gelebilmişlerdi. Masadakileri selamlayıp takım elbiselerinin ütüsünün bozulmamasına özen gösteren titiz iki insan gibi yavaşça sandalyelerine kendilerini bıraktılar. Oturur oturmaz bu sandalyelerin diğer masanın sandalyelerinden farklı olduğunu hissettiler. Bu masanın taşları bile farklıydı. Taşların renkleri daha canlıydı. Sayılar adeta altın bir çerçeveyle kaplanmıştı. Nuri, ‘mekânın sahibi’ edasıyla kollarını kaldırıp masanın üzerine koydu. “Hadi başlayalım, ne duruyoruz?” der gibi masadakilere ve taşları hazırlayan çalışana baktı. Taşlar dağıtıldı, masanın etrafı biraz daha kalabalıklaştı. Tek parti üzerinden oynanacaktı oyun ve masanın kazananı yüz bin lira alacaktı. Oyun başladı. Taşlar, yatağına sığmayan bir akarsu gibi şiddetle akıyordu. Masaya bırakılan taşların çıkardığı sesler, sel olmuş bir akarsuyun gürültüsüne benziyordu. Bakışlar kâh tehditkâr bir havaya bürünüyor, kâh sitem ediyordu. Bazen de “anlaşıldı” der gibi nahifçe onaylıyordu. Yavaşça, yüzünden tebessümünü eksik etmeden rakiplerine bakan Nuri, hafifçe gözlerini kırptı ve son taşı masaya büyük bir yükten kurtulur gibi bıraktı. On beş-yirmi saniye süren sessizlikten sonra akarsu olanca kuvvetiyle yeniden akmaya başlamıştı. “Vay”, “helal olsun”, “iyi oyun” gibi tebrik mesajları yankılanmaya devam etti. Bu gece de onlar için “nihai son” gerçekleşmemişti. Çantayı alıp çalışanlara yüklü birer bahşiş bıraktıktan sonra, dünyaları ben yarattım der gibi kasılarak çıktılar dışarı. Onları kapıda bekleyen 75 model Renault 12’ye değil de son model bir cipe biner gibi bindiler. Nuri ve Serdar belki de hayatları boyunca göremeyeceği paraları kazanmışlardı. Ama bu işin “biz kazandık gidiyoruz” u yoktu ne yazık ki. O akşam kaç defa kaçıp gitmeyi düşündülerse de bunun hiç iyi bir fikir olmayacağını biliyorlardı. Kaçsalardı, muhtemelen bir gazetenin üçüncü sayfasında haber olacaklardı. Sayfanın en altında, küçük bir köşede üzerleri gazeteyle örtülmüş fotoğraflarının altındaki küçük bir başlık okunacaktı: Kumar Hesaplaşması Kanlı Bitti!
Nuri eve geldiğinde bayram havasıyla karşılanmıştı, Ömer dayı da sevincinden kabına sığmıyordu. Nuri’ye geç geldiği için hiç laf söylememiş hatta “Hoş geldin oğlum!” bile demişti. Nuri tabii ki bu tepki karşısında şaşırmış, ne diyeceğini bilememişti. “Hayırdır baba, hangi dağda kurt öldü?” diyecek oldu ama o sırada kardeşi lafa atladı: “Abiii” derken ilk defa kendisine bu kadar içten abi dendiğini hissetti Nuri. “Baraj kesin olarak kuruluyormuş. Hem de bir ay içinde çalışmalar başlayacakmış. Yarından itibaren köylülerin parası hesaplarında olacakmış. Bu da demek oluyor ki artık buradan gidebiliriz. Bizim paramız ilk yatacak olanlardan çünkü babamın kimlik numarasının sonu sıfır. İlk önce sıfır ile bitenlere vereceklermiş. Alacağımız para tamı tamına beş yüz bin lira. Abi düşünebiliyor musun? Beş yüz bin lira!” Hiç nefes almadan konuşuyordu ki Nuri acilen araya girmesi gerektiğini düşündü. “Tamam kızım, bir dur. Ne yaptın öyle? Anladık tamam, hayırlı olsun. Hayırlısıyla kurtuluyorsunuz buradan artık.” Nuri, zengin olmanın getirdiği hissiyatla kendisini kurtulmuş sayıyordu. Bu gelişmeye kayıtsız olduğu yüzünden okunuyordu. Zaten cevabı da soğuk bir üslupla vermişti. Ama kimse bu detayı fark etmemişti ya da kimse takılmamıştı buna çünkü herkes şu an paranın keyfini çıkarmak istiyordu. Hepsi şu an düşleyip de gerçekleştiremediklerinin peşinde özgürce koşturuyordu. Yarın herkes için yepyeni bir gün olacaktı.Yokluğun uykusuna dalarken varlığın arifesine uyanacaktı herkes. İnsanoğlu ne garipti, hayat ne garipti. Yokluk ile varlık arasında bulunan, ipince bir çizgiymiş meğerse. Çizginin öte tarafına geçmek ise büyük bir güçmüş…
Bu sabah güneş, sanki diğer günlerden daha farklı doğmuştu. Havanın serinliği daha başka duygulara sokuyordu insanı sanki. Düşünceler bambaşka kıyılara sürüklüyordu insanı. Belki de yıllar sonra evde ilk defa sabah kahvaltısı yapılmadı. Uzun zaman sonra ilk defa Nuri ve babası şehre birlikte indiler. İlkler ve tuhaflıklar günüydü bugün. Böyle adlandırmak hiç de abes olmayacaktı. Sabah doğruca bankaya giden Ömer dayı parayı tahsil edip eve dönüyordu. Nuri ise akşamın hazırlığını yapmak için Serdar’ı bulmuştu. Şartları iyi değerlendirip iyi analiz etmeliydiler. Aksi takdirde en ufak bir olumsuzlukta onları oradan çıkarmazlardı, bunun elbette farkındaydılar. Serdar, mekân açılırken söylediklerini tekrar hatırlattı. Nuri ona pek itibar etmedi. Ağzının ucuyla birkaç şey geveledi ve geçiştirdi. Her şeyi konuştuktan sonra, Nuri dün yaşananları anlattı. “Babam, parayı alacak bugün. Akşam artık paralarımızı sayarız evde.” Hemen ardından bir kahkaha patladı: “Manyak mısınız siz oğlum, o kadar para evde tutulur mu?” “Defalarca söyledim ama hayatta bankaya yatırmaz o parayı. Evde sandığının içinde çoktan yerini ayırmıştır onun, merak etme sen.” “Yok ben merak etmiyorum da sizin için dediydim.” dedi gittikçe kısılan sesiyle.
Vakit gelmişti artık. Dün geceden daha büyük ciddiyet gerektiriyordu bu gece. Çünkü Serkan Bey ile oynanacaktı oyun yani büyük patron ile. Bu sefer o yıkık merdivenden geçerken bambaşka hayaller karşılıyordu onları. O elli yıllık kapı sanki göremedikleri, yaşayamadıkları bir dünyaya açılıyordu bu gece. Varlığın, bolluğun olduğu; yokluğun ise adının anılmadığı bir dünya… Bu düşüncelerle geçtiler masaların arasından. Yerdeki kırmızı halı dikkatini ilk defa çekiyordu. Bu geceye özeldi belki de. Oyun, salonda oynanmayacaktı. Arka tarafta bulunan özel dairede oynanacaktı. Dairenin kapısına geldiklerinde iki kişi tarafından üstleri arandı. Daha sonra şifreli kapıdan geçip uzun bir koridora geldiler. Koridor sadece beyaz led ampullerle aydınlatılmıştı. Onun dışında hiçbir şey yoktu. Orayı da geçtikten sonra siyah takım elbiseli bir adam eşliğinde o muazzam kapının önüne geldiler. Burası sanki kumarhane değil de bir saraydı. Bu kapı da en az yüz yıllıktı ama diğeri gibi eski değil, tam bir şaheserdi. İçeri girip masaya oturdular. Kafalarını çevirip etrafı kontrol edecek oldular ki o sırada birisi hemen müdahale etti: “Burada sadece masaya ve oyuna odaklanın beyler!” Bu otoriter sesin sahibi kim diye düşünürlerken Milyon Serkan görünmüştü. Giriş kısmını çok kısa tutarak hemen oyuna geçtiler. Bu masada ise taşlar tamamen altından yapılmıştı, hayır beyaz değil bildiğiniz saf altındı. Sayılar ve renkler canlı değil, gerçek gibiydi. Bu oyun da tek parti üzerinden oynanacaktı. “Üç el alan, galip demektir.” dedi, otoriter ses. Kimse cevap bile vermeye cesaret edememişti. Oyun başladığında hafif bir yağmurun toprağa düşerkenki çıkardığı ses gibi kısık bir ses hâkimdi masaya. Taşlar, küçük su birikintisi gibi dönüyordu masada. Bu ses insanın içini rahatlatıyor, hiç bitmesin hissi veriyordu. Oyun, inanılmaz bir şekilde onların lehineydi. Kazanmaya çok yakınlardı. Daha önce böyle şeyler yaşamamış insanların kaldıramayacağı bir yüktü bu kadar paraya kısa sürede sahip olmak. Nuri de bu yükü kaldıramamış olmalı ki amatör bir oyuncunun bile yapamayacağı bir hata yapmıştı. Masada oluşan bir anlık dalgınlıktan istifade ederek attığı taşı tekrardan eline almıştı. Bunu öyle büyük bir ustalıkla yaptı ki kimse farkında olmamıştı o an ya da farkında olduklarını fark ettirmediler. Bu hata fark edilirse muhtemelen hayatlarına mal olurdu fakat bu büyük kusuru Serdar’ın fark etmediği kesindi. Çünkü o, kendisini tamamen oyuna kaptırmış olacak ki gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Son eldi. Masada taş bitmek üzereydi. Eğer Nuri veya Serdar biterse iki yüz elli bin lira ile kalkacaklardı o masadan. Bitemezlerse zihinlerinde sadece bu gecenin anısı kalacaktı. Serdar, heyecandan dudağının tamamını yiyip bitirmek üzereydi ki Nuri yine sert bir hareketle taşlarını yıktı. Kazanmışlardı. Hayal gibiydi ama gerçekti. Telaffuz bile edemedikleri parayı kazanmışlardı. Milyon Serkan, büyük bir soğukkanlılıkla adamının kulağına bir şeyler fısıldadı. Hemen iki çanta gelmişti. Sevinçten gözleri yerinden fırlayacaktı neredeyse. Çantaları masanın üzerine koydular. Nuri ile Serdar’ın başına ikişer kişi geçti. Milyon Serkan, çantaları uzattı ve açmalarını istedi. İkisi de paha biçilemeyen bir eşyayı açıyor gibi incitmek istemeyerek yavaşça çantanın düğmesine bastılar. Çıkan o “çıt” sesi onları başka âleme taşıdı. Çantanın kapağını kaldırmadan bir süre beklediler. Anın tadını çıkarıyorlardı. Fakat! O da neydi? Asıl şoku çantaları açınca yaşadılar. Çantadan para yerine iki tane tabanca çıkmıştı. Serkan konuşmayı pek sevmezdi. İşlerini konuşmadan hallediyordu, bu yöntem ona daha temiz geliyordu. Nuri kekeleyerek: “Bu da ne demek?” diyebildi, Serdar ise sanki dilini yutmuştu. Milyon Serkan “Biraz önce masada çaldığın taşın karşılığı.” dedi soğukkanlı bir sesle. O zaman Serdar, kin ve nefret dolu gözlerle Nuri’ye baktı. Serkan devam etti: “Benden çaldığınız iki yüz elli bin lirayı iki gün içinde buraya getiriyorsunuz.” “Ama abi, elini ayağını öpeyim biz senden para çalmadık ki! Bir kuruş bile çalmadık abi yapma nolur!” “Olsun, çalmaya kalkıştınız bir kere! Neyse çok konuştum, yoruluyorum. İki gün sonra görüşmek üzere.” Konuşma biter bitmez Nuri ile Serdar bir anda kendilerini kapının önünde buldular. Giderken uzun olan o yol çıkarken kısalmıştı sanki. Serdar hemen Nuri’ye saldırdı. Art arda yumruklarını indiriyordu suratına. Böyle bir amatörlüğü nasıl yaptığına aklı ermiyordu çünkü bir türlü. Sinirden onu oracıkta öldürebilirdi. Daha fazla dayanamayarak büyük bir hırsla arabasına binip gitti.
Nuri o akşam eve geldiğinde dün geceyi ve bu sabahı düşündü. Yaşadıklarını, hissettiklerini düşündü ve şimdiki hâlini düşündü. Herkes uyuduğu için sevindi. Odasına girip sessizce yatağına uzandı. Aklında bir sürü soru vardı. Parayı nasıl bulacaktı, kimden isteyecekti? İki günde o kadar para nasıl bulunurdu? Babası zaten hayatta vermezdi, hem de isteyemezdi ki zaten. Ne yapacaktı, nasıl çıkacaktı bu işin içinden. Serdar’ı da haklı yere kızdırmıştı. Düşünceleriyle boğuşurken daha fazla uykuya dayanamadı. Sabah olduğunda yatağından hiç çıkmadı. Herkesin ağzı kulaklarında dolaşıyorken evde, o yatıyordu. Kimse de gelip sormamıştı zaten neyin var diye. Nuri, aklına gelen düşünceyi kovmaya çalışıyordu. Bazen de gözünü paranın olduğu odaya dikiyordu. Sanki duvarın içini delip geçiyordu düşünceleri. Akşama kadar bu düşünceyle boğuştu. Birkaç defa kalkmaya yeltendi ama kendine bunu yediremedi. Kendi paramızı çalmak mı yani, diye kendi kendine konuştu durdu. Zaman hızlı geçiyordu. Bir anda akşam olmuştu. Serdar’a da ulaşamıyordu. Kim bilir, belki de intihar etmiştir diye düşündü. Eğer parayı bulamazsa o da edecekti zaten. En makul çıkar yol bu diye düşündü. Gece olmuş, saat bir hayli ilerlemişti. Birden babasının çığlına uyandı. Babasının sesine annesinin sesi de karışıyordu. Yatağından fırlayarak kalktı. Hemen yatak odasına koştu. Ömer dayını yerde yatıyordu, başı kanlar içindeydi. Babası ve annesi bağırıyorlardı: “Paralar gitti, paralar gitti!” Hemen babasını yerden kaldırıp yatağa yatırdılar. Ambulansı, polisi aradılar. Ömer dayının durumu iyiydi ama Nuri hiç de iyi değildi. İstese de istemese de elindeki tek tutar dal da kırılmıştı. O paranın orada durması, ulaşamayacağını bilse de Nuri’ye güven veriyordu. Ama artık o da yoktu. Karakol, hastane derken sabah olmuştu. Bu sabah da güneş yine her zamanki gibi doğmuştu. Yine her sabahki gibi, öylece doğuyordu sadece. Herkes perişan olmuş, ellerindeki her şeyi kaybetmişlerdi. İki gün önce uyandıkları sabah ile bu sabah arasında nasıl bu kadar fark olabilirdi ki. Bir anda her şeye sahip olmak gayet kabul edilebilir bir şeyken bir anda her şeyini kaybetmek yıllar geçse bile kabul edilemiyordu. İşlemler halledildikten sonra Nuri hepsiyle teker teker vedalaştı. Bir daha asla dönemeyeceğini bilerek vedalaştı. Sen dönemeyeceğini bilirken karşı tarafın bunu bilememesi kadar acı bir durum yoktur muhtemelen diye düşündü Nuri. Ayrıldı. Ailesi, o gözden kaybolana kadar arkasından baktılar. Yürüdü. O, bilinen sona gelmişti artık, çok beklemesi de gerekmemişti. Zaten nihai son, uzak olsa bile yakındı. Aynı merdivenleri çıkıp aynı kapıyı açtı ama bu sefer hiç bir şey düşünmedi. Masaları görmedi yürürken. Aynı ritüellerle geçti özel daireye. Ellerini önünde bağlayıp kafasını eğdi. Konuşmaya cesaret edemiyordu bir türlü. Nasıl başlayacağını, ne diyeceğini bilemiyordu. Arkadaşının kaybolmasının mı, paraların çalınmasının mı yoksa eli boş gelmesinin mi sebebini açıklayacaktı? Milyon Serkan sıkılmış olmalı ki birden söze başladı, hem de hiç beklenmeyen bir yerinden:
“Arkadaşın borcunu ödedi.”
Nisan 2020/Taşlıçay