UYARI: Okuyacağınız içerikte tetikleyici unsurlar bulunabilir.


İncir ve zeytin kokusu... Geniş yapraklı palmiyeye benzeyen ağaçlar ve de kendine has dikenli incir. Uçsuz bucaksız tarlaların ortasında kocaman mavi bir nokta. Beline kadar suya girmiş balıkçı teyzeler. Çeşit çeşit aşılı meyve ağaçları... Gerçekten de Çukurova memleketler arasında en bereketli olanıydı. Yılda 3 defa farklı meyveler hasat edilir, kimisi yenir kimisi satılır kimisi de kış için reçel olurdu. Çukurova'ya deniz uzaktı ama yakınında koca bir göl vardı. Tüm kış sular burada birikir ardından da su, yaz boyu kanallardan akıp tüm Çukurova'ya dağılırdı. Su bereket demekti. Akdeniz'in kızıl toprağında, baraj gölünün hemen yanında yabani meyve ağaçları yetiştirdi. 


Ne âlemler olurdu bu büyük ağaçların altında. Kimisi arkadaşlarıyla dertleşmeye kimisi çiçeği burnunda sevgilisiyle sevişmeye kimisi ailesiyle mangal yapmaya kimisi de evli sevgilileriyle gizli bir aşk yaşamaya gelirdi. Yollar tamamen toprak ve tozluydu. Her araba geçtiğinde yerdeki toz kalkar çeşitli ağaçların yapraklarının üstüne konardı. Bayramın dördüncü günü akşamüzeriydi. Ben ve Topalak köyünden 3 arkadaşım, Yücel, Cumali ve de Caner gölün kıyısında bir iğde ağacının altında oturuyorduk. İğde ağacının benim için ayrı bir anlamı vardı çünkü rahmetli annem çok severdi iğdeyi. Yazları bağ bellemeye giderken dalından biraz koparır akşama kadar yanında gezdirirdi. İğde kokusunu aldıkça hep annem gelir aklıma.


Yücel benim lise yıllarından arkadaşımdı. Meslek lisesinden birlikte mezun olduk. O e-5 üstünde bir egzozcu dükkanı açtı ben de Sabancı fabrikalarından birinde usta başı olarak işe girdim. Diğerlerini pek iyi tanımıyordum Yücel'in köyden arkadaşlarıydı. Geceleri mesaiden sonra birlikte balık avlıyorduk. Gece yarısından sonra motorlu ufak bir tekneyle barajın ortasına kadar açılıyor ardından da ağları iki yana iyice geriyorduk. Balık ağları bu şekilde sabaha kadar burada kalıyordu. Biz de sabah gün doğmadan önce baraj gölüne tekrar açılır, ağı toparlardık. Barajda pek çeşitli balık çıkmazdı zaten. Bir kaç kilo aynalı sazan, biraz levrek, biraz da sekiz bıyık çıkardı. Sonra biz bu balıkları Yeşilevler pazarında satardık. O gün hepimizde bayramın tatlı bir yorgunluğu vardı. Birlikte sigara tellendiriyor, Cumali'nin köyde yaptığı boğmadan içiyorduk. Hava kararmak üzereydi. Yazın gün batımı Adana Barajı'nda pek güzel olur. Biz de böğürtlen çalılarının yanında batan güneşe bakıp annelerimizin bize uygun bulacağı kızları düşünüyorduk. Ben hariç tabii.


Biz, büyüklerimizin bize uygun bulduğu ince belli eşlerimizi düşlerken güneş tamamen batmıştı. Artık insanlar yavaş yavaş evlerine dönüyor ya da baş başa kalmak için ağaçların kuytu kısımlarına çekiliyordu. Biz de bir süre daha sohbet ettikten sonra açılmaya kadar verdik. Caner'in babasından kalan ufak bir motorlu kayığı vardı. Kayığı tersinden düze çevirdik sonra da yavaşça suya ittik. Nihayet bizi taşıyacak kadar derine gittiğinde de üzerine sıçradık. Sonra Caner ipi sertçe çekti ve motoru çalıştırdı. Yavaş yavaş gölün üstünde süzülmeye başladık. Su ne kadar karanlıksa gök de o kadar aydınlıktı. Yıldızlar birer kandil gibi gökyüzünde yanıyor, ışıkları denize vuruyordu. Ay çoktan doğmuş gökteki yerini almıştı. Bizimse elimizde deniz için üretilmiş olan pilli bir el feneri vardı. Kıyıdan yaklaşık 3 mil kadar açıldık. Barajın yakalarını bağlayan köprüden 500 metre uzakta tam olarak gölün ortasındaydık. Ben ağın bir ucundan tuttum yener de bir ucundan. Ağı açmaya başladık. Sonrasında yavaş yavaş suya bıraktık. Motoru kapatıp kürekle kayığı çekmeye başladık. Kayık suyun üzerinde süzüldükçe ağ da yavaş yavaş suyun içindeki yerini alıyordu. Her gece ağı buraya atıyorduk. Ağı suya serdikten sonra kaybolmasın diye üstüne ufak dubamızı da yerleştirdik. Sonra da motoru tekrar çalıştırıp geri dönmeye koyulduk. Güzel ve sakin bir geceydi. Kayık karaya yaklaşıyor biz de inmek için hazırlık yapıyorduk. O sırada uzaktan bir ışığın bize doğru yavaş yavaş yaklaştığını gördüm. İlk başta çok fark edilmese de onun da tıpkı bizim gibi ufak bir kayık olduğunu anladım. Bizden daha farklı olarak onların kayığı bir hayli ışıklı ve de hareketliydi. Belli ki bu kayık mehtapta alkol sefası içi yapmak için hazırlanmıştı. Mumlar, güller, kandiller, fenerler ve bir de radyo. Biz gitgide kayığa yaklaşıyorduk ancak onlar pek de bizim farkımızda değillerdi sanki. Bu ufak ışık topu bize yaklaştıkça büyüdü. O sırada motorun dalgası geçen kayığı alabora etmesin diye motoru kapadık. İçindekileri seçebilmeye başladım. Bir kadın ve bir erkek kayıkta karşılıklı oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Bizim ışığımız onlarınkinin yanında pek sönük kaldığı için fark edilmedik. Kayık yaklaştıkça hareket artıyor bir endişe veya kavga durumu olduğu belli oluyordu. Radyodan ambiyansa uygun eski bir Türk sanat müziği çalıyordu. Biz suda süzüldükçe kayığa yaklaşıyor sesleri daha iyi duymaya başlıyorduk. Adamla kadın arasında hararetli Bir tartışma vardı. Sesler kimi zaman yükseliyor kimi zaman artık yorulmuşluğun verdiği hâl ile alçalıyor sonra birden tekrar yükseliyordu. Bir süre sonra kayık ile aramızdaki mesafe iyice kapandı ama onlar birbirlerine bağırmakla o kadar meşguldüler ki bizi fark edemediler. Ne yapacağımızı bilemeden birimize bakarken karşıdaki kayıkta bir arbede başladı. Adam kızın üzerine atılıyor bağırıp çağırıyor kızcağızsa bir çare yapma diyor adamı üzerinden atmaya çalışıyordu. Cumali bizi bağlamaz gidelim dedi. Tam motoru çalıştırıp gidecekken birden sesler duruldu. Adam geçip yerine oturdu. Bu esnada biz de fark etmeden iyice onların olduğu kayığa yaklaştık. Ben gayriihtiyari feneri söndürdüm. Sonra nedense adam oturduğu yerde sanki bir şey düşürmüş gibi etrafa bakınıp aranmaya başladı ben de o esnada Caner'e dönüp motoru çalıştırmaya hazır olmasını söyledim. Tam o esnada arkadan kulaklarımızı parçalayan hırçın bir ses geldi. Tekrar tekneye baktığımda kadının kafatasının yarısını suda yarısını da teknenin içinde mumların arasında gördüm. Beyni ve gözleri tekneden dışarı kanıyla birlikte akıyordu. Aman Allah'ım bu ne korkunç bir durumdu . Az önce kanlı canlı olan bu insanın kanı şimdi suyla karışıyor vücudundan bazı kısımlar balıklara yem oluyordu. Caner motorun ipine asıldı. Motor gürledi ve tekneyi ileri itti. Sonra o korkunç ses bir daha havayı deldi. Saçmalar Caner'in omzuna isabet etti, parçaladı. Caner'in sağ kolu kayıkta kaldı vücudunun geri kalanı paramparça olup suyun içine daldı. O esnada kayık esnada kayık ileri atıldı. Caner'in cansız bedeni suya dalarken kayık aniden hareket etmişti. Adam Caner'in vurduktan sonra motora en yakın olan kişiye tekrar ateş etmiş ancak motorun ani hareketi mermiyi ıskalamış, sıyırıp geçmişti. Sudan seken domdom kurşunu herifin göğsüne isabet etmiş. Kalbinin etrafında ne varsa alıp götürmüş, göğüs kafesini paramparça etmişti. Çünkü suya ateş etmek tıpkı taş sektirmek gibiydi. Ardımızda kalan teknede 2, olduğumuz teknede ise bir ceset vardı ama hepsini toplasanız bir insan bedeni etmezdi. Hepimiz şok içinde olan biteni anlamaya çalışıyor bir yandan da bir parça kol ile bakışıyorduk. Nasıl olurdu da bir gece ansızın ölüm burnumuzun bu kadar dibinden geçerdi. Gidip motoru durdurdum. Caner'in kolunu motorun üstünden alıp bir kenara koydum. Kürekleri diğer kayığa doğru çektim. Nihayet yanaştığımda durdum. Bizim tekneden genişçe bir ağı ve Caner'in kolunu alıp diğer kayığa geçtim. İki cesedi ve Caner'in kolunu üst üste koydum. Ağ ile üçünü üst üste iyice sardım. Ardından kandillerin içindeki yağı üzerlerine boşalttım. Mumla yaktım. İnsan yanınca nasıl kokar bilir misiniz. Önce, sanki leziz bir mangal yapılıyormuş gibi güzel bir et kokusu sarar etrafı. Ardından is ve yanık. Sonrasında ise hiç duymadığınız bir koku gelir burnunuza yabancı ve bir o kadar da iğrenç bir koku. İnsan cehennemde yanınca burnumuza gelecek olan koku işte bu. Cesetler yeterince yanınca keserle kayığın tabanına bir tane vurdum, sonra bir tane daha ve bir tane daha. Kayık suyla dolmaya başladı. Sıcak küller suyla temas edince cos diye bir ses çıktı. Ardından da kayık batmaya başladı. Batana kadar oturup izledim. Üç kişi, üç insan. Ölüm, dile kolay da yaşayana zor. Şimdi gelsem de annenizin kafasını tüfekle ikiye ayırsam. Ya da babanızı yaksam. Sevgilinizin omzuna saçma sıksam ya da kıyamadığınız arkadaşlarınızın kayığını keserle batırsam. İşte insan için böyledir. Ölümler her zaman uzaktan önemsiz gelir. Kayığın batışını izlerken ağladım. Küller her suya dediğinde ve her cos sesi çıktığında biraz daha ağladım. Hani Allah'ın verdiği canı Allah'tan başkası alamazdı. O zaman neden insanlar bir ansızın barajda, yolda ya da köprü altında bir kenarda ölüp kalırdı. Kayık tamamen batınca motoru çalıştırdım kıyıya vardım. El birliği ile kayığı kıyıya çektik. Genişçe bir mezar kazdık. Bir kayık mezarı. Kayığı içine attık. Motosikletten benzin çektik kayığın üstüne döküp yaktık. Sonra da kumla kapattık. İnsan içinde oldu mu her duruma alışıyor inanın bana. Kayığa mezar da yapsanız, arkadaşınızı da yaksanız... Normaldir insanız sonuçta. O geceden sonra diğerlerini hiç görmedim. Caner'in cesedinin geri kalanı karaya vurmuş bir gün. Köylülerden biri fark etmiş. Caner'in pek kimi kimsesi yoktu zaten. Kaybolduğunda nerede bu çocuk diye soranı olmamış. Ceset karaya vurunca köylü ayaklanmış amcası olayın peşine düşmüşse de pek bir şey çıkmamış. Bir süre sonra o da artık araştırmayı bırakmış. Ben de geçenlerde gazetede okudum: '' Barajda gizemli cinayet''.