10. Kapı Bir Kere Daha Çalınıyor

İsmail o günden sonra kadına hep şüphe ve korkuyla baktı. Birkaç defa gerçekten bu kadını test etmek istedi. Kadın Dostoyevski adını hiç duymamıştı. Ama İsmail o güne hiçbir zaman bir anlam veremedi. Bu kadında bir şeyler vardı. Aslında felaketi de bu kadın getirecekti.

Kazılar rutin seyrinde devam etti. Değerli birkaç çanak çömlek bulduklarına dair söylentiler var. Bu onları daha da heyecanlandırmış ve kendilerini kazılara daha da çok vermişlerdi. Hasan amcam bu dönemde hep İsmail ile kaldı. İsmail'in zehirlenip bayılmasından sonra çok korkmuştu. İsmail'i bunaltıyordu da:

- Sakın ha İsmail'im. Dünyanın tüm altınları senin bir tırnağın etmez. Eğer kendini iyi hissetmezsen hemen bırakalım. Ben de zehirlenmiştim bak, bu kazı iyi sonuçlara doğru götürmüyor bizi. Hele o cadı. O kadın beni gerçekten korkutuyor. Daha ilk günden gözüm hiç tutmadı. Onu neden kabul ettin ki? Şehrin nerede olduğunu biliyoruz. Haritaya da ihtiyacımız yok ki. Bence bu kadını kovalım.

- Olmaz. Yeri biliyor. Başımıza bela açar. Kazı bitene kadar bizimle kalırsa daha iyi. Ondan sonra herkes kendi yoluna. 

- İsmail, bak bu büyü müdür zehir midir nedir, burası tehlikeli bir yer. Hiç mi filmlerde izlemedin? Böyle yerler hep tuzaklarla doludur. 

- Onlar hayal ürünü. İnsan yaşadığı yere neden tuzak kursun ki?

- Aslında hazineden de şüphelenmeye başladım. Eğer burası Allah'ın evliyalarının yeri ise neden altınla dolsun ki? Allah dostlarının altınla ne işi olur? Onlar, zaten tam tersine, altına, daha doğrusu altın hırsının açtığı sonuçlara savaş açmadılar mı? Çok saçma. 

- Altından daha değerli şeyler olabilir.

- Ne? Kitap mı? Okuyamayacağımız bir dilde hem de? Satsak çok para eder ama değil mi?

- Evet. 

- Yine de ben korkmaya başladım haberin olsun. İçimde hiç de iyi şeyler hissetmiyorum.

- Sadece korkuyorsun. Bu hisler oradan geliyor.

- Hayır, benim hislerim...

- Kazıya devam ediyoruz. Aradığımızı bulmadan da çıkmayacağız. 

- İçimde hiç de iyi hisler yok İsmail! Ama Allah'a yemin olsun, sağ salim bitirelim şu işi, bir boğa kurban edeceğim. Evet, evet. Allah bir İsmail için bizi affedebilir. Kötü bir şey yapmıyoruz ki. Çalmıyoruz çırpmıyoruz. Bulduk. Bulmak da bir kısmet değil mi? 

- Aklını bunlarla bulandırma. Bir şey olduğu yok. Yer altındayız. İnsana zararlı gazlar var sadece. Arada çıkıp temiz hava almakta yarar var.

- Daha yılanları görmedik. Bu da bir şey.

- Ne yılanı? 

- Burayı koruyan ve burayı bulmaya çalışana görünen korkunç beyaz yılanlar.

- Saçmalamayı kes artık! Bunlar halk efsanesi. 

- Ben daha çok senin için korkuyorum İsmail'im. Rüyamda, benim mezarımda, tüm İsmailler vardı. Bu hem korkutucu hem huzur vericiydi. Ama senin mezarında ne olduğunu bilmiyorum. 

- Yeter! 

- Ah, ne zormuş demek Hz. İbrahim için. Biricik, en sevdiğini, kendi elleriyle... Ah oğullar, kuzular, kuşlar. Ama kuzular... Kendi ellerimle kestiğim... Çok acı vermeye başladı. Kesim işini bırakıyorum.  Ah benim sevgili kuzularım. Allah'ım affet. Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Ben kuzulara dayanamıyorum artık. Sen nasıl bu emri veriyorsun? Aman Yarabbi, sen beni affet, neler diyorum ben!

Neredeyse ağlayacaktı.

- İsmailler, ah İsmailler. Sizi ne kadar çok seviyorum. Oğullar, kuzular ve kuşlar, kız çocukları... Size kim kıyabilir? Herkes, her insan ve her bir hayvan, bir İsmail, bir kuzu ve bir kuş değil mi? Ama insanların masum olanları... Çünkü ancak masum olanlar İsmail olabilir. Ama bir kuzu, küçük bir kız çocuğu... Allah'ım neden? Ben aptal bir insan kalbimle dayanamıyorum. Sen nasıl... Ah! Ama İsa, Yahya, Zekeriya... Hele Hüseyin... Hepsi birer kuzu değil miydi? 'Yahya, İsa'yı gördü ve şöyle dedi: İşte! Dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı kuzusu.' Hepsi birer Tanrı kuzusu değil mi? Hepsi kuzu gibi kesilmedi mi? Hepsi de Allah'ın en sevdikleri değil mi? Hepsi bir İsmail değil mi? Ben boşuna mı diyorum, Allah en çok İsmail olanları sever diye. İşte kurban olmak bu demek. Hepsi Allah için ama aslında insanlık için kurban olmadı mı? Ama ya kuzular...

- Yeter diyorum sana! Madem o kadar da korkuyorsun, kendi İsmail'ini kurban etmenin zamanı geldi. Sen de elbette imtihan edileceksin! 

- Ulan köpek oğlu köpek!

Amcam İsmail'in üzerine yürüdü. Az önce tüm bir dünyayı kucaklayan sevgisi şimdi nefret dolu bir cine dönüştü.

- Allah kimden oğlunu kesmesini istemiş? O sadece Hz. İbrahim'e özeldi. Zaten o da kesmedi. Ona başka bir İsmail vermedi mi? Bir koç getirmedi mi?

Yine çok duygusallaştı:

- Ama o da yazık değil mi?

Yine köpürdü:

- İsmail bir simgedir. İsmail fedakarlığın sembolüdür. Herkesin bir İsmail'i vardır. Seninki ne? Altın mı, makam mı, şan, şöhret mi, oğlun mu, kızın mı, malın, mülkün mü, şehvetin mi? Hepsini feda etmen lazım. Neden? Çünkü bunların peşine düşersen dünyayı talan edeceksin. Kendi menfaatin için diğer insanların hayatını zindan edeceksin. Hatta elde edemeyince zalimleşecek ve bir katile, bir hırsıza dönüşeceksin. Ama sana göre bunlar olmazsa hayatı sıkıcı yapar öyle mi? Hiçbir şeyle uğraşmayalım, Allah'ın kuralları etrafında bir hapis hayatı, her şeyden ve her heyecan ve mutluluktan kısıtlanmış olarak... Bu çok sıkıcı değil mi? Ama olsun; diğer İsmailler kan ağlasın, kadın cinayetleri alıp başını yürüsün, tecavüzler, hırsızlıklar, yolsuzluklar, adaletsizlik, çürümüşlük diz boyu gelsin... Biz keyfimize bakmalıyız. Çünkü İsmail efendi ve onun gibi aptal olanlar sıkılıyormuş. Ulan it oğlu it, başlarım senin sıkılmana! Diğer İsmailleri rahatsız etmeyeceksin! 

Ağlayacak gibi oldu:

- Çünkü Allah en çok İsmail olanları sever...

 İsmail oralı bile olmadı. Amcam son günlerinde bu duygu dalgalanmalarını çok yaşadı.

Kazılar ikinci ayına yaklaşmak üzereydi. Hala bir sonuç alınamamış olacak ki ekipte huzursuzluklar başladı. Kadın aranılanın bulunacağına garanti veriyordu. Ama kendi aradığı kitaplar mı, İsmail'in Barnabas'ı mı, diğerlerinin hazinesi mi söylemiyordu. Sadece aranılan bulunacak diyordu. Diğer amcalar iyice huzursuzlanmıştı.

- İki aydır eve doğru dürüst geçtiğimiz yok. 

- İşi gücü bıraktık buraya geldik.

- Evde aile var, ekmek bekler.

- Daha ne kadar sürecek bu? Çalışıp eve ekmek götürmemiz lazım. 

- Ya bu cadının dediği gibi sadece kitaplar varsa? Kitapları ne yapacağız biz?

- O zaman kitapları satarız. Onlar da para eder herhalde. 

- Ama o zaman da anlaşma bozulur. Kitaplar size kalmaz. 

- Bizler de bölüşürüz.

- Artık bunun sabun olduğuna kimse inanmıyor.

- Bazıları esrar yetiştirdiğimizi söylüyor.

- Rezil olacağız.

- Kimse inanmıyor.

- Geçen, karım ille de evi görecek diye tutturdu. Zor durdurdum.

- Muhtar da işin içine girdi beyler. Muhtar da şüphelenmeye başladı. Daha fazla saklayamayız.

- Bulacaklar.

- Bilecekler.

- Dedikodular tüm köye yayıldı.

- Her kafadan bir ses çıkıyor.

- Köyün diğer ucuna yetişene kadar bire bin ekleniyor.

- Pezevenklik yapıp, karı kız sattığımızı bile söyleyenler var.

- Ama bu kadarı fazla.

- Bu cadı her şeyi bozdu.

- Ben neyi bozmuşum be! Size harita getirdim. Ben olmasam önünüzü

seçemezdiniz.

İşte bu şekilde aralarında her gün tartışma yaşanıyordu artık. 

İsmail, tercüman arkadaşı ile daha ciddi şeyler konuşuyordu. Tercüman, iyimserdi:

- Bir şey bulamasak bile bu yerin varlığını keşfetmiş olmak da tarihin seyrini değiştirebilir, tarih yeniden yazılabilir.

- Tarih umurumda değil. O zamanın insanlarının yaptığı bir yapı işte. Şimdikinin ünlü bir yapısını bizden bin yıl sonra bulmalarının benim için bir değeri yok.

- Gerçekten senin gibi birinin böyle ahmakça düşünebilmesine şaşırıyorum. Köklerimizi bulmak, nereden geldiğimizi öğrenmenin değerini sen anlamıyorsan kim anlayacak?

- Nerden geldiğimi ne yapacağım? Geldim ve şimdi buradayım. En fazla atalarımı mı bulacağım? Başlarım şimdi atalarıma. Beni yaratan, beni var eden, beni bu koca evrende cevapsız ve yapayalnız bırakan atalarım değil. Atalarımın çiftleşerek yaptıkları şey beni var eden şey değil. Bir tavuk da çiftleşir ve bir beden yaratır ama ona ruh, hayır, bilinç veremez.

- Ne bileyim ben? Öyle bir tavrın var ki sanki birazdan Tanrı'yı görebilecekmiş gibi. Bunun mümkün olmadığını biliyorsun. Tanrı kendini göstermez, hissettirir. Bu hırsının bizi mahvetmesinden korkuyorum. Doğrusu böyle durumlarda; hiç yaşanmaz ya, ancak filmlerde görülür, insanların para ve altın hırsından korkulur. Ben ise senin Tanrı hırsından korkuyorum.

- Tanrı hırsı mı? Siz gerçekten aptalsınız. Ben kehanetleri arıyorum. Kehanetler bana yol gösterecek. Bir tane! Tek bir gerçekleşmiş kehanet bana yeterli. Hem sen ve senin gibiler... Tanrıya ihtiyaç duymadan nasıl yaşayabiliyorsunuz? Tamam, tamam kes! İnançlı olduğunu biliyorum. Fakat yine de ihtiyaç duymuyorsun. Tanrıya ihtiyaç duymak çok daha farklı bir şey. Sen ve senin gibiler ise inanmak yeter sanıyorsunuz. Hepiniz böyle yaşıyorsunuz. Tanrıya ihtiyaç duymadan... Tanrısız bir hayat... Bunu nasıl becerebiliyorsunuz?

- İnanç ile yaşamak zaten tanrıya ihtiyaçtan kaynaklanır. Hatta kimi inançsızlar tanrının böyle bir ihtiyaçtan uydurulduğunu söylemedi mi? 

- Sen ve senin aptal fikirlerin defolun başımdan!

İşte genel seyir bu şekildeydi. Herkes bir şeylerin huzursuzluğundaydı. Hepsinin görüşü de arayışı da farklıydı. Bu şekilde nereye kadar giderdi bilinmez ama bu şekilde gitmeyeceği sanki gizli eller tarafından da fark edilmiş gibi gidişatı tamamen değiştirdi. Ve bugünlerden birinde kapı yine çalındı. Yine herkes korku ve şüpheyle birbirine baktı. İsmail pencereden kapıdakinin kim olduğuna baktı. Tanımıyordu. Diğerleri de baktılar. Tanıyan çıkmadı. Kapı ısrarla çalındı. Açmaktan başka çare yoktu. Burayı bilen biri daha vardı. Kapı açılmak zorundaydı ve kapıdan bir adamla beraber felaket de içeri girecekti.