11. Felaketin Başlangıcı


Bu kez hepsi birden kapıya koştu. Kapıyı açtılar. Onlara merakla bakan otur beş kırk yaşlarında bir adamla karşılaştılar. Adam bocaladı. Eli kolu oynadı. Ne yapacağını bilmiyordu. Hepsi ona merak ve öfkeyle bakarken:

—Ben de size katılabilir miyim, dedi. 

Süleyman amca dev cüssesiyle adamı yakasından tutup içeri fırlattı. Demek bilen biri daha vardı. Süleyman amca adamı koltuğa attıktan sonra üstüne de çullandı.

—Kimsin lan? Nereden buldun bizi?

Adam gayet sakin davranıyordu.

—Şey aslında bu kadın...

Hepsi cadıya baktılar. 

—Tanıyor musun bu herifi?

Kadın, adamı şöyle bir süzdü.

—Aslında yabancı gelmiyor bu yüz ama çıkaramıyorum.

Süleyman amca öfkeden köpürüyordu:

—Konuş ulan!

—Biz aslında bu kadını takip ediyorduk. Sonra buraya girdi. Kaç gündür de çıkmadı. Ben de merak ettim.

Hepsinin aklından aynı şey geçti. Süleyman amca hemen adamın üstünü başını aradı ve o rozeti buldu. Bulur bulmaz da adamı bıraktı. Hatta yaptığından pişmanmış gibiydi.

—Bu bir polis!

Herkes bir son havası sezdi. İsmail sona gelindiğini hissedince dayanamadı.

—Ne istiyorsun? 

—Sadece size katılmak. Benden size zarar gelmez. Ben sivil polisim. Bu kadını takipteydik. Sonra neler olduğunu anlayınca ben tek başıma, teşkilattan gizli geldim buraya. Kimsenin haberi yok. Beni de aranıza alırsanız kimsenin de haberi olmaz.

Kadın:

—Beni niye arıyorsunuz be! Ne yapmışım ben?

—Sen daha iyi bilirsin.

—Ben kimseye zorla bir şey yaptırmadım. Herkes kendi rızasıyla geldi. 

—İnsanları kandırmak da bir suç. Ama her neyse, şimdi konu bu değil. Seninle işim yok. Ben kazı için geldim. 

İsmail gizli konuşmaları gerektiğine dair bir işaret verdi ve kadınla polis hariç hepsi diğer odaya geçip sessizce bir toplantı yaptılar.

—Ne yapacağız?

—Başka çaremiz var mı?

—Her şeyi biliyor.

—Hem de polis.

—Bu iş çığırından çıkmaya başladı.

—Sinek gibi üşüştüler.

—Aramıza almaktan başka çare yok gibi görünüyor. Bizi ihbar edebilir.

—Devlet de işin içine girdiyse yandık demektir.

—Gizliden geldiğini söylüyor. Paranın kokusunu almış.

—Nereden bileceğiz? Nasıl güveneceğiz? 

—Belki ajan niyetine göndermişlerdir.

—Başka çaremiz mi var? Nasıl olsa biliyorlar. Ya da biliyor. 

—Devletin haberi olsa bir polisle kalmazdı bence. Burayı komple alırdı.

—Mantıklı.

—Aramıza almaktan başka çare yok. En fazla hazineyi bölüşürüz.

—Yapacak bir şey yok. 

—Pekala.

Diğerlerinin yanına döndüler. İsmail polisle konuşmaya başladı.

—Sana nasıl güveneceğiz? Ya bizi ihbar edersen?

—Bunu yapacak olsaydım bir ay önce yapardım. Devleti buraya getirirdim. Ama gördüğün gibi tek başıma geldim. 

—Hazineden pay mı istiyorsun?

—Yani, evet. Çok altın varmış burada. Hepimize fazlasıyla yeter. Hem size faydam da dokunur. Çokça. Böyle kazma kürekle olacak iş değil bu. Daha profesyonel araçlar lazım. Tanıdığım, bu işi yapan defineciler var. Ekipmanları da çok iyi. Kokusunu alırlar altının. Kendileri koymuş gibi bulurlar. Fazla bir şey de istemezler. Biraz biraz verdik mi tamamdır. Herkes aradığını bulmuş olur. 

—Kim bunlar? Kaç kişi?

—Birkaç kişi var. Fazla değil. Hem bulunanları eritmeyi, yani satmayı nasıl düşünüyorsunuz? Size bunu da temin edebilirim.

Hepsi birbirlerine baktılar. Bu adam gerçekten işe yarayabilirdi. Hem zaten başka çareleri de yoktu. Ya bu adamı atacaklar ve işler daha da karmaşık hale gelecek ya da aralarına almak zorunda kalacaklardı. Bu da güvenli değildi ama artık yakalanmışlardı.

İsmail:

—Başka çaremiz yok, dedi. Kimseden ses çıkmadı.

İsmail için hava hoştu. Barbanas İncili'ni bulsa, bir kere okusalar başka bir şey istemiyordu. Ondan sonra kitabı da alabilirlerdi hatta. Sadece, sadece bir kerecik okusun. Bu yüzden diğerlerinin yerine de anlaşmayı kabul etti.

—Tamam, profesyonel arkadaşlarını da getir. Herkesi memnun edecek bir anlaşma sağlanabilir. Artık bulmamız lazım. Daha fazla kimse öğrenmeden. Belli ki daha fazla gizli saklı tutamayacağız.

Kimse bir şey diyemedi. Başka çare olmadığını onlar da biliyordu. Sadece İsmail rahat görünüyordu. Diğerlerini bir huzursuzluk ve endişe kapladı. 

Ekibe üç profesyonel defineci katıldı. Ben ana karakterlerin hayatları üzerinde durduğum için gereksiz ayrıntılara girmek istemiyor, okuyucuyu boş sözlere boğmayı hiç de arzu etmiyorum. İsmail bana bu konu hakkında tek kelime etmemiş olsa da sessizliği öğretti. Sohbet muhabbet dediğimiz şeyde de boş sözden kaçınmayı, dinlemeyi, dinlemeye değer değilse de kalkıp gitmeyi öğretti. Bunun önemini çok daha iyi anlıyorum. Aslında anlamak mı, rahatsızlık mı, kestiremiyorum. Annemin ya da şimdilerde eşimin gereksiz yere konuşmaları artık o kadar başımı ağrıtıyor ki... İki kelimede anlatılabilecekken gereksiz bir sürü ayrıntı eklenmesi dinlemeye de ket vuruyor, dikkati dağıtıyor ve baş ağrısı yapıyor. Ben de eleştirdiğim hataya düşmeden devam edeyim.

Kazı işlerini artık profesyonel ekip yönetiyordu. Nerede ve nasıl kazılması gerektiğini onlar söylüyordu. Gerçekten sağlam bir ekipmanla gelmişlerdi. Ve bu adamlar hazine arayanlardan çok meraktan yeni bir şey keşfetmeye, daha önce kimsenin görmediğini, bulmadığını ilk görüp bulanlar olmak isteyenlere benziyordu. 

Kazı işleri yine geceleri devam ediyordu. Fakat sabah ve özellikle akşamları eve sürekli birilerinin girip çıkması köylü üzerindeki şüpheleri daha da arttırmıştı. Artık dedikoduları ben bile duyuyordum. Köylü işi gücü bırakmış, o evde neler dönüyor olabileceğini konuşuyordu. Zaten insanların geneli böyledir. Maalesef kendini eğitmemiş insanların hayatlarındaki en büyük heyecan başkalarının yaşadıkları olayları ama özellikle felaket ve rezaletleri duymak ve bunun dedikodusunu yapmak. 

Dedikodular yüzünden kazı ekibi daha sıkı önlemler almak zorunda kaldı. Kendi aralarına yeni kurallar, yeni yasaklar getirdiler. Hatta bir ara göstermelik, yüklü sabun almayı ve eve giriş çıkışlarda sabun taşımayı denediler. Belki işe yaradı da. Çünkü dedikodular bir süre kesildi. Ve benim için de bundan sonrası bir muamma oldu. Her tarafa baş vurmama; konuşmadık, sormadık kimse bırakmamama rağmen pek bir şey öğrenemedim. Bu yüzden okuyucunun affına sığınmaktan başka çarem yok. 

Bu dönemde İsmail'i daha çok gördüm. Ben daha önce intihar eden bir adama şahit olmuştum. Yüksek bir apartmanın dördüncü katından atlamıştı. O korkunç andan aklıma en çok kazınan şey atlamadan önceki bakışlarıydı. Hayatımda bu kadar boş bakan gözleri hiç görmemiştim. O iki küçük çukur göz değil uçurumdu sanki. İşte bu dönemde o bakışların aynısını İsmail'de görmüştüm. Ve bu beni çok korkutmuştu. Ben o zaman İsmail'in intiharın eşiğine geldiğini düşünüp korkmuştum. Meğerse kazıdan ümidini kesmeye başlamıştı. Ve bu umutsuzluk ona çok ağır gelmişti. Bunu sonradan öğrendim ama ona destek olmaya çalışmıştım.

—Hayat yaşanmaya değer mi İsmail? Asıl soru bu olmalı. Ha, amcaoğlu? Tanrı olsa da olmasa da ilk soru belki bu olmalı. Hayvanlar ya da doğanın diğer tüm canlıları için bir anlama ihtiyaç yok. Ve onlar hayatı oldukça yaşanılır buluyor. Belki de sadece bu koronun, bu senfoninin bir üyesi olmak gerek. Yaşama daha doğrusu doğaya katılmak gerek. Bir çoban koyunlarını doyurur, kuzuları doğurtur, sularını karşılar. Koyunlar et verir, süt, yün verir. Toprağı gübreler, toprağa can verir. Sonra her şey toprak olur ve yine topraktan çıkar. Demek istediğim bu. Bahsettiğim türkünün ezgisi bu, doğaya katılmak. Yani yaşamın bizzat kendisine. Hayır, şehir hayatını bırakıp köye dönmek değil söylediğim. Şehirde de bunu yapabilir insan. Daha farklı olur ama yine de yapabilir. Şehirleri kötüleyip duruyoruz ama kötü olan şehirler değil bizleriz. Toplum değiliz, insancıl değiliz, hepimiz korkulması gereken yabancılarız. Çünkü -çok klasik olacak ama- insanlıkta bir türlü gelişemedik. Bir hayal, bir ütopya kurmak istemiyorum fakat gerçekten de değer verdiğimiz şey; en başta erdem ve ahlak olsaydı, insanlığı en başta tutabilseydik, şehirler şimdiki gibi bir mezara değil bir panayıra dönüşürdü. O zaman insanlarla beraber olmanın, kalabalıkların enfes tadını görecektik. Bütün bir şehir bir konsere kesecekti; bir eğlence mekanına, şölene. İşte insan böyle sosyalleşir, diğer insanların yani doğanın diğer varlıklarının yaşamlarına katılır. Ve o insanların her birinin bir görevi vardır. Nihayetinde hepsinde tek amaç hayatı sürdürme ve geliştirmedir. Teknoloji ile de olabilir. O da doğanın bir parçası değil mi? Yani doğanın kendisinden üretilmedi mi? Evet, şehir ya da köy, fark etmez. Her şey yaşamı sürdürme içindir. Doğada kötülük mü gördün de isyan ediyorsun? Mesela ikiz doğuran bir hayvanın bir diğer yavrusunu dışlayıp ölüme terk ettiği çok görülür. Bu kötülük değil. Birine yoğunlaşıp hayatı garantiye almadır. Doğanın beyni böyle işler. Kendi yavrusunu da öldürür ama yine de amacı diğer yavruların yaşamını garantiye almaktır. Aslanın geyiği parçalayıp yemesi mi? Hayatı devam ettirme amacıyla yapılmaktadır. Yani iyinin ve kötünün ötesindedir. Evet insan da aynen bu dişlilerin bir parçası olup hayatı sürdürmesi gerekir. Elbette bizim erdemlerimiz var. Yaşamamız için kimseyi öldürmemize gerek yok. Tam tersine bizim de yaşamı sürdürmek için diğerlerine ihtiyacımız var. Biri çoban olmalı, biri kasap, biri bakkal, biri bilmem ne üreticisi... Çünkü ben tüm bunları asla tek başıma yapamam. Bir topluma hayati önemde ihtiyacım var. İşte benim bahsettiğim koro. Anlamın ötesine geçmeli bazen. Sorgulamanın da ötesine... Sorgulamamak, anlam aramamak olarak anlaşılabilir bu dediğim ama aslında değil. Çok ince bir çizgi var arada fakat nasıl anlatmalı bilmiyorum. Freud, anlam arayan insan hastadır demişti. Bu cümleyi anlamak aslında oldukça güç. İlk başta itiraz etmiş, çok aptalca bulmuştum. Ama bazen çok basit de olabiliyor. Yani sürüden ayrılmak, korodan çıkmak gibi bir şey hayatın anlamını sorgulamak. Bilemiyorum, anlatabiliyor muyum fakat sen anlarsın İsmail.

İsmail bir şey demiyordu. Her gördüğümde onunla konuşmaya çalıştım. Fakat gözlerindeki uçurum günden güne daha da derinleşiyordu. Endişeleniyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. 

Bu dönem fazla sürmedi. Daha doğrusu keşke uzun sürseydi de bu olay yaşanmasaydı. Felaketin başlangıcı işte bu olayla oldu. 

Sessizliği delip bitiren şey bir akşam kazı evinden sabun değil, bir cesedin çıkarılması oldu.