İsmail kendini kazı yapılan evde buldu bir anda. Çok şaşırmıştı. Kazının ne zaman bitip de eve çıktığını hatırlamıyordu. Karşısında ürpertici bir gülümsemeyle duran kadın vardı sadece.

–Kazı bitti mi?

–Evet, bu gecelik.

–Diğerleri nerede?

–Evlerine gittiler.

–Çok tuhaf. Buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum.

–İlginç.

–Neden öyle bakıyorsun?

–Konuşmanın zamanı geldi.

–Ne konuşacakmışız? Başım dönüyor.

–Sen çok ilginç bir çocuksun.

–Neden? Bu koku ne? Kalkmak istiyorum ama neden kalkamıyorum?

–Uzansan daha iyi.

–Başım dönüyor.

–Birazdan geçer. Merak etme. Demek Tanrı'yı bulabilmek için Barnabas İncili'ni istiyorsun.

–Bunu sana kim söyledi?

–Sen söyledin.

–Belki.

–Tanrı'yı bulmak bu kadar zor mu gerçekten?

–Evet. Ama sen neden bu kadar korkunç görünüyorsun?

–Sana korkunç mu görünüyorum? Bu seninle alakalı. Herkese öyle görünmem. Ama hakikati bir şeytandan dinlemek de herkese nasip olmaz. Hadi iyisin. Aradığını buldun.

–Neyi bulmuşum?

–Barnabas İncili'ni.

–Nerede?

–İşte karşında. Ben yürüyen İncil'im.

–Alay etme iblis.

–En çok iblisler iman etmiştir. 

–Hayır yalan söylüyorsun. Allah en çok İsmail olanları sever. 

–Ama sen bir İsmail değilsin ki. 

–Çünkü onu bulamadım. Bulsaydım olacaktım. Tanrı var mı?

–Elbette ki var. Senin bulman gerekirdi.

–Nasıl?

–Anlam ile.

–Tanrı yoksa anlam yok ki.

–İşte cevap bu. İnsan anlam olmadan yaşayamaz. Hayatının anlamı ne ise Tanrı'sı odur. Belki put demek daha doğru olur. 

–Bu yeterli değil. 

–Mana lafını duymadın mı hiç?

–Evet.

–İnsan, hayvan olmayı kabullenmez. Belki de bunda haklıdır. Bu yüzden daha yüksek bir amaca bağlanır. Ona bir Tanrı gerektir. 

–Maddi bir delil bulunamaz mı?

–Bazıları bulur. Unuttun mu herkes için geçerli olan bir Tanrı açıklaması yok.

–Ama olmalı. Tanrı neden hem o kadar övgü isteyip o kadar gizli kalsın?

–Çünkü herkes en zayıf noktasından bulur Tanrı'yı. Bu yüzden herkes için geçerli bir açıklama yok.

–Benim zayıf noktam ne, biliyor musun?

–Ahlak.

–Nasıl? Neden bu kadar korkunç görünüyorsun?

–Korkuyor musun?

–İblise dönüşmüşsün yine.

–Belki bir iblis olduğum içindir.

–Rüya görüyorum. 

–Evet.

–Ama çok gerçekçi.

–Tanrı gizemi sever demiştim. Rüyalarda irtibata geçebilir.

–Ama benim rüyamda bir şeytan var.

–Senin payına da bu düşmüş, yazık. O kadar da istemiştin Tanrı'yı.

–Evet.

–İsmail olsan boynunu kendin uzatırsın. "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap, beni salihlerden bulacaksın."

–Arapça okuma, korkuyorum.

–Ama sen İsmail olamadın.

–Bulsaydm belki olurdum. 

–Belki önce olmalıydın ki bulasın. Sadece aramakla bulunmaz, onun istediklerini yaparak bulunur.

–Nasıl?

–İyiliklerle.

–Ama onu bulmadan iyilik yapmak için bir neden göremiyorum.

–Yapmalıydın, belki o arada kendini sana gösterirdi.

–Ama ben çok okudum, filozoflar diyorlar ki...

–Boş versene onların dediklerini; hepsi kibir abidesi. Tanrı'ya meydan okuduklarını sanıyor ahmaklar. Çoğununki gerçek bir arama bile değildi. Etrafına bir bak. İnançlılara da inançsızlara da. Hangi birisi aramış ki Tanrı'yı. İnançlılar inandıklarını sanıyorlar ama onlar daha da ahmak. Peki ya inançsızlar? Onlar ise aradıklarını ve bulmadıkları için inanmamayı tercih ediyorlar. Oysa sadece Tanrı'nın kuralları onların kafalarına yatmamıştır. Kendilerine ait düşünceleri vardır. Tek doğru da kendilerinin bildikleridir. Ve bu düşünceleri Tanrı'nın düşüncesi ile uyumlu değildir. Uymadığı zaman da, işte Tanrı yoktur diyorlar. Örneğin, Tanrı, kısasa kısas diyor. Ama kendileri, hayır, bu canice diyorlar. Oysa o kuralları anlamaya bile çalışmadılar.

–Bilmiyorum. Sen Tanrı'yı haklı kılmaya çalışıyorsun. Bu yeterli değil. Tanrı varsa saçma olsa bile zaten o haklıdır. Çünkü o bir Tanrı'dır.

–Sana yolun nereye çıktığını kimse söyleyemez. Ancak yolu gösterebilirler. 

–Senin gibi iblisler en çok inanıyor ama.

–İşte böyle.

–Demek sen de iblisliklerinle buldun Tanrı'yı.

–Olabilir.

–Ben de öyle bulabilir miyim?

–Hayır.

–Neden?

–İblis olmaya yatkın değilsin. Sürekli unutuyorsun. Herkesin zayıf noktasından dedim sana.

–Zayıf noktam ne?

–Ahlak.

–Ama açıklamıyorsun.

–Çünkü açıklama yok. His var sadece.

Sana birkaç örnek versem bunlar seni inandıramaz.

–Sanmıyorum.

–Diğer insanların Tanrı'yı nasıl bulduklarını anlatmaya değmez. Kimisi tesadüf olmayacağına inandığı için Tanrı'ya inanıyor. Kimisi bu düzenin bir sahibinin olması gerektiği için. Kimisi, keh keh keh, penisi neden burnunda değil de en uygun yerde diye sorup inanmış. Çok aptalca değil mi?

–Ne saçmalıyorsun?

–Hiç. Sana uygun bir hikayem yok. Oysa bazılarını müridim bile yapabilirdim bu mesellerle, keh keh keh. Ama sana uygun değil. 

–Neden?

–Elbette senin de zayıf noktan var. Ama o nokta çok güçlü bir nokta. Seni üst ahlaka vardırır. İnce Memed gibi aynı. Tüm kötülüklere başkaldırırsın. Kendi iyiliğin başkasının zararına olduğu zaman kendi iyiliğine de başkaldırırsın.

–Ama önce Tanrı'yı bulmam gerek. Tanrı yoksa İnce Memed de olamam. 

–Sana bir hikaye anlatmayı denemek istiyorum. Bakarsın işe yarar.

–Dene.

–Pekala sana bir günahkarın Allah'ı bulma öyküsünü anlatayım.

–Olur. 

–Demek kutsal kitaplar sana yeterli gelmedi.

–Hayır. Onlar sadece nasıl yaşanılması gerektiğini söylüyor. Tanrı'yı nasıl bulacağımı söylemiyor.

–Belki işte böyle yaşarsan Tanrı'yı bulabilirsin demek istiyorlardır.

–Bulmadan nasıl böyle yaşayabilirim?

–Diğer şekilde neden yaşayasın?

–Diğer şekilde de değil. İkisi bir. 

–Belki de aradığın Barnabas bu konuşmamızdır. Barnabas'ta ne bulmayı umuyordun?

–Saçmalama. Kehanetleri bulmak istiyordum.

–Buna gerek var mı?

–Bu kanıt olur.

–Bence yine de ahlak bulacaktın.

–Ama nasıl?

–İçindeki ahlak yasasını keşfetmeyi öğrenmelisin. Neyse şu bizim günahkar adam hikayesine dönelim. Aslında çoğu insan, inancı sadece miras almıştır. Bizim genç, herkes gibi inançlı ama aslında inançsız. Herkes gibi işte. Bu ülkenin insanı. Genç bir adam. Aslında iyi biri sayılabilirdi. Başkalarına yardım eder, zor durumda olanı kurtarmak ister, haberlerde çıkan olaylara üzülürdü. Fakat ben, kendisi gül gibi olup da kadınlara karşı bambaşka karakterde insanı çok gördüm. Evet, onlara göre kadınlar düşman ya da daha doğrusu elde edilecek eşya, avlanılacak av... Küfür etmeyi erkekler icat etti. Kadınlara yaptığını av olarak gördüğü için, bunu hakaret anlamında da kullanmaya başladı; neyse bunlar bilinen şeyler. Genç adamımıza dönelim. 26 yaşlarında, kızlarla arası iyi. Şehvete düşkün. Kızlar peşinde. Onu seviyorlar. Her çiçekten bal alıyor. Tam bir zinakâr. Tatmadığı zevk, yapmadığı fantezi kalmamış. Gel zaman git zaman bu genç adam 18-19 yaşlarında bir kıza aşık oluyor. Kıza yaklaşamıyor ama. Çünkü bu aşk ona başka dünyaların kapısını açıyor. Önce geçmişinden pişmanlık duymaya başlıyor. Kendini kirlenmiş hissediyor. Nasıl olsa karşısındaki daha el değmemiş, yeni çiçek açmış bir kız. Kendini asla bu kıza layık görmüyor. O kadar zina etmiş ki ve kız o kadar daha temiz ki, geçmişine yanıyor. Kıza açılamıyor bile. Yanından geçse onu da kirletecek gibi hissediyor. Neden pişmanlık duyduğunu sorgulamaya başlıyor. Bu zamana kadar gayet iyiydi. Hatta erkekler arasında göğsü kabarık, başarılı bir avcı olarak dolaşıyordu. Şimdi neden kirlendiğini hissediyordu? Önceleri büyük bir şehvetle arzuladığı o vücutlar, o enfes hatlar neden şimdi mide bulandırıcı geliyordu? Büyük iştahlarla arzuladığı o kızlar, bir bir geçiyordu gözünün önünden. Şimdi neden onların pisliğine ortak olmuş, pisliğini çekmiş gibi hissediyordu? Şimdi o vücutlar iğrenç kokular saçıyordu. Onlar bir tanrıça falan değildi artık, bir insan bedeniydi. Ve bu bedenin kusurları saymakla bitmezdi.

(Normal insani ihtiyaçlar şimdi ona onların pisliği gibi geliyordu.) Her şeyden iğrendi. Kendinden de. Kendini çok kirli hissediyordu. Sürekli banyoya giriyor, lifle kendini neredeyse kazıtıyordu. Sanki temizlenecekmiş gibi... Önceleri ona büyük bir zevk veren ve gurur da duyarak yaptığı işlerin şimdi neden böyle iğrenç geldiğini anlamamış. Buraya dikkat et. Hafıza nasıl da canlı bir yaratık. Görüntüleri önce iyi sonra da kötü gösteriyor beynine ya da kalbine. Araştırmaya değer bir konu. Neyse, bizimki sonra durmuş ve böyle düşünebiliyor olmaktan da mutlu olmuş. Yani içinde güzel bir ahlak olduğunu keşfediyor. Bir taraftan kirlenmişliğin pişmanlığı, diğer tarafta böyle düşünebiliyor olmanın dürüstlüğü... Kendisiyle gurur duyuyor. İçinde böyle dürüst bir yasa olduğu için. Sonra tesadüfen konuştuğu bir arkadaşı ona Kuran'dan bir ayet okumasın mı?

"Zina edenler ancak zina edenlerle evlenebilir." Çocuk çarpılmış. Korkudan ziyade muhteşem bir duygu hissetmiş. O anda Tanrı'yı bulmuş, görmüş gibi bir hisse kapılmış. Bundan sonra her şeyi bırakıp bunun peşine düşmüş. Kutsal kitapları yalayıp yutmuş. Kendi içinin derinliklerini kazıyıp kazıyıp durmuş. Muazzam acılar çekmiş. Ne bulsun istersin? Vicdanının her sesi kutsal kitapmış.

İsa'nın, "Ben yürüyen İncil'im."

Ali'nin, "Ben konuşan Kur'an'ım." dediği gibi tıpkı. Kendisinin vicdanı da yaşayan kutsal kitapmış. Her bir kural, her bir ayet; içinin derinliklerinde zaten hazır duruyormuş. Tanrı'nın sözü ile kendi vicdanı birebir örtüşüyormuş. İşte böylece, mucizeyi kendi içinde yaşamış. Kendi içinin bir kutsal kitap doğurduğuna şahit olmuş. Sanki vahiy bizzat kendisine inmiş. Gördün mü, doğaüstü hiçbir şey yok. Hem kendi içinin ve kutsal kitapların uyuşması kehanet gibi değil mi? Belki senin aradığın gibi?

–Belki de sadece günah duygusu onu pişmanlığa itmiştir. Hafızayı da takla attıran işte bu günah duygusudur. Günah inancı olmasa belki de böyle şeyler hissetmeyecekti.

–Hmm. Güzel.

–Ayrıca kutsal kitaplarda çok sert ifadeler de var. Öldürmek, kesmek gibi.

–Sizin şu aşırı hümanistliğiniz yok mu, beni deli ediyor. Bertrand Russel da aynısını söylüyordu. 'Bir insan, bir diğer insan kardeşinin korkunç acılar, işkenceler çekmesine nasıl kıyabilir?' Evet, bunu Tanrı'nın vereceği cezalar için söylüyordu. Peki sen ve Russel, acaba, bu insan kardeşinizin bir sözüyle savaş çıkarıp milyonlarca insanın ölmesine sebep olmasını, kadınların tecavüze uğramasını, çocukların... Bu insan kardeşinizin bir hırsız olup benim yıllarımın emeğini çalmasını... İnsan kardeşinizin benim en sevdiğimi öldürmesini, tecavüz etmesini, işkence etmesini... Bu insan kardeşinizin hayvanlara ettiği eziyetleri, katliamları... Bu insan kardeşinizin hangi suçunu sayayım. Milyonlarca var. İnsan kardeşinizin bu suçları için bir diyeceğiniz yok mu? Hayır efendim olmaz öyle şey. Zalimler için yaşasın cehennem!

–Başımı ağrıtıyorsun. Şimdi bunların zamanı değil.

–Pekala, nasıl istersen. Benim şu hikayem, aradığına bir cevap olmadı mı?

–Hayır. 

–Seni aptal. Sana demiştim. Herkesin kendisinin deneyimlemesi lazım diye. Hem unut gitsin. Ben uydurmuştum zaten. Daha güzellerini uydurmalıyım.

–Buna benzer olaylar yaşasam bile fikrimin değişeceğine inanmıyorum. Mucize de olamayacağına göre... Elimde kehanetten başka bir şey yok. 

–Aslında aradığın İncil'i buldun ama anlamıyorsun. 

–Nasıl?

–İşte bu konuşma incilin kendisiydi. Ben de yürüyen İncil olamaz mıyım? Keh keh keh.

–Ah seni iblis. Benimle alay ediyorsun.

–Hiç de değil. Sana içeriğini anlattım. Elbette kendime has yöntemimle ama kabul et iyiydi.

–Sen yürüyen iblissin.

–Sen de her şeyi unutuyorsun. En çok iblisler iman eder.

–Hayır, Allah en çok İsmailleri sever. Bunu neden ben söylüyorum ki?

–Keh keh keh. Seni de baştan çıkardım. 

–Beni kesebilir misin? Beni de sabredenlerden bulacaksın.

–Keh keh keh. Sen de az iblis değilsin.

–Saçmalıyorum. Ama bu nasıl oluyor hiç anlamıyorum; kelimeler kendi kendine çıkıyor ağzımdan. 

–Artık sen de bizden sayılırsın.

–Siz de kimsiniz ki?

–Biliyorsun.

–Ama ben iblis olmak istemiyorum.

–Ama sana Tanrı'yı gösterebilirim.

–Şimdiye kadar yapamadıysan yalan söylüyorsun.

–Çünkü hala İsmail olmak istiyorsun. İblis olmayı kabul etmedin ki. Olsan anında göstereceğim.

–Nasıl iblis olunduğunu bilmiyorum. 

–Çok basit. İçinden geçen sese kulak ver ve dediğini yap.

–Ne o? Şimdi de kişisel gelişimci mi kesildin başıma?

–Keh keh keh. Doğru bak, bunu unutmuşum. Oysa kutsal kitaplar bunun tam tersini söyler değil mi? Kişiselciler içindeki sesin bir şeytanın sesi olduğunu bilmiyor galiba. Ama insanın içinden kendi babasının boğazını kesmek de geçer değil mi? Ensest de geçer. İçindeki sesi dinlesin mi yani?

–Demek istedikleri bu değil ama yine de aptalca.

–Biliyor musun yüzyıllardır boş konuşmadan daha çok yoldan saptıran bir şey görmedim. 

–Yüzyıllar mı?

–Evet.

–Ama bu nasıl olur?

–Hadi sen de ama. Faust'u da mı okumadın?

–Okudum.

–Mephisto'yu biliyorsun.

–Hayır, hayır bu çok aptal bir rüya. 

–Cevap bulmadan uyanmak olmaz ama. 

–Ne cevabı? Soru sormadım daha.

–Çok iyi. İşte bu. Soru yoksa cevabın beş kuruş değeri yok. Sana hakikati bir cümlede söylerim. Ama sende soru yoksa hiçbir işe yaramaz. Fakat o cümle benim için hayati önemdedir. 

–Nasıl?

–Sana 'Tanrı yoksa her şey mübahtır.' desem?

–Bu çok korkunç.

–Biliyorum. Sen de ilk okuduğunda aylarca kendine gelemedin. Ateşler içinde yattın. Üzerinde düşünüp durdun. Acılar çektin. Sana tufanı getirdi bu cümle. Başkasına söylemeyi denedin. Onda yaprak kımıldamadı. İşte, sende soru vardı. Onda yoktu. Yani cevap önemli değil. Önemli olan soru.

–Nerden biliyorsun? Nasıl?

–Kim olduğumu hala anlamadın.

–Kim?

–Sen.

–Ben?

–Evet, ben senim.

–Ama bu kadarı da fazla. Uyanmam lazım. Bu rüya beni rahatsız etmeye başladı.

–Ama cevap istiyorsun.

–Her şey birbirine girdi. Hangisi gerçek, hangisi rüya anlamıyorum.

–Başka şekilde anlatılamaz ki. Rüyalar bunun için var.

–Tanrı var mı, söylemedin.

–Söyledim ama sende bu soru henüz oluşmamış. O yüzden cevabı görmedin. Daha fazla soru sormalısın. Yoksa cevabı göremezsin.

–Kazıda bulacağım.

–Fazla ümitlenme. Ve sakın ha tüm umudunu buna bağlama. Hayal kırıklığı çok acı olur. Altından kalkamayabilirsin.

–Umurumda değil. Deneyeceğim. 

–Hayatın?

–Kaybetmeye değer. Bunu kendim de yapacaktım kaç defa.

–Hadi ama. Cevap bulmadan ölünür mü?

–Cevap bulmak için ölünür. Belki ölünce cevabı bulurum. 

–Ya bir daha uyanamazsan?

–Bunu severim.

–Hayır bu korkunç. Her şeyin sensiz devam edecek olması...

–Elimden bir şey gelmiyor. Bu benim dünyam değil.

–Eh o halde diyecek bir şey kalmıyor. Zayıf noktanı bul ve oraya odaklan. Tanrı oradan gelecek sana.

–Bazen, artık ikisi bir diyorum kendime. O kadar yorgun hissediyorum ki. Sadece uyumak istiyorum.

–Uyuyacaksın, ne acelen var? O güzelim uykuna dalmadan önce ne koparabilirsen kopar. 

–Koparacak bir şey de bulamıyorum.

–Duygu ve hisler var. Onlara çalış bence. Deneyimlenebilecek çok güzel duygular da var bu dünyada. 

–İncil'i bulmam lazım. 

–Bulamazsan yıkılırsın. Bütün hayat umudunu oraya bağlamamalısın.

–Sıkıldım. Tanrı var mı gerçekten?

–Elbette var. 

–Artık uyanmak istiyorum. 

–O halde son bir cevap vereyim sana.

–Tanrı'yla ilgili olsun, saçmalamandan da yoruldum.

–Tanrı'yı zamanda bulabilirsin belki.

–Nasıl?

–Tanrı zaman olmasın? Zaman her şeyi yer yutar. Her şey zamanın elindedir. Her şeyi yaşatan da, öldüren de, büyüten de, geliştiren de zamandır. Her şey zamana bağlıdır. Belki de tanrı zamandır. Bunu hiç düşündün mü?

–Hayır, ben Tanrı'nın daha somut olmasını beklerdim.

–Öyle düşünnmemelisin. Tanrı'yı insana benzer bir varlık olarak hayal etme eğilimimiz var ama bence buna gerek yok. Kimisi Tanrı doğadır demedi mi?

–Evet, Spinoza. 

–O halde sen de Tanrı zamandır, de. Zaman doğanın da üstündedir. Doğayı da şekillendiren, eğiten, büyüten, olgunlaştıran zamandır. 

–Bu karışık felsefelere girmek hoşuma gitmiyor. Ben cevap istiyorum. Neden buradayım? Neden varım? 

–Onun cevabını ben de bilmiyorum. 

–O halde uyandır beni.

–Ama bence anlaman için. 

–Neyi anlamalıyım?

–Yaşamı ve yaşamın nedenini.

–Bunu arıyorum zaten. Sabahtan beri boş konuşmalarınla oyalayıp durdun. Şimdi rahat bırak. Rüya değilse bu, şimdi uyuyayım.


İsmail birden güçlü bir nefes alarak uyandı. Uyandığında içi korku doluydu. Bu nasıl rüya? Her şeyi kelimesi kelimesine hatırlıyordu. Ve yine karşısında sadece kadını buldu. Evdeydi. Başına ıslak bir bez bırakılmıştı. Çıkarıp doğruldu. Kadına ters ters baktı.

–Bana büyü mü yaptın, hipnoz mi ettin ne yaptın ulan?

–Ne büyüsü be? İnanıyor musun böyle şarlatan işi, ahmaklardan para koparma dalaverelerine?

–Bir rüya... Ama çok gerçekçi...

–Aşağıda gazdan zehirlendin ve bayıldın. Sabahtan beri de bir şeyler mırıldanıp duruyorsun. 

İsmail çok şaşkındı ama buna ikna oldu. Kadına şöyle bir baktı. Doğru söylüyor olmalıydı. Bu cadı, Russell'dan, Dostoyevski'den falan ne anlardı? Zehirlenmiş olmalıydı, evet. Başka açıklaması olamazdı. Çok tuhaf bir şeydi. Korkunçtu da ama nasıl bir açıklama getirecekti? Bayılmış ve etkisinde olduğu şeylerin rüyasını görmüş. Başka ne olabilirdi ki?

O sırada kapı çalındı. Kadın kapıyı açtı. Gelen Hasan Amca idi.

"Nasıl oldu benim aslanım?" diye sorup duruyordu. Kadın da:

–İyi iyi. Sayıkladı bol bol ama şimdi kendine geldi bizim küçük Karamazov.

Bunu derken yüzüne, İsmail'i korkutan o ifade geldi. İsmail dondu kaldı.