Hepimiz bir başkasının varlığında "bir başkası" oluyoruz. Hepimiz içimizde bir başkasını taşıyoruz ve hepimiz bir başkasıyla başkalaşıyoruz.

Doğduğumuz andan itibaren çevremizde hep bizden başkalarıyla iletişim kuruyoruz, her şeyi önce onlardan görüyor, yine onlardan öğreniyoruz. Anlaşılmak için önce onların bizi nasıl anlayabileceğini öğreniyoruz, isteklerimizin karşılanabilmesi için dillerini öğreniyoruz; sevilmek için, önce, nasıl layık olunacağını ve onay almak için nasıl davranmamız gerektiğini öğreniyoruz. Aslında bunlar bize öğretiliyor, bunları öğrenmemiz gerektiği öğretiliyor. İçine doğup yaşadığımız hayatta kendimiz olmaktan önce bir başkası olmayı öğreniyoruz. "Uygun" olmayı/davranmayı, "uyumlu" olmayı/davranmayı, "uysal" olmayı/davranmayı… Bir başkasından onay almak, bir başkası tarafından kabul görmek, bir başkasının sevgisine layık olmak, bir başkası tarafından beğenilmek için öğrenmemiz gereken şeyleri öğreniyoruz yaşadığımız toplum içerisinde. Bir süre sonra hepimiz, içimizde taşıdığımız bir başkasına "bir başkası" olmaya başlıyoruz. Yani, kendimiz olmaktan uzaklaşıyor, "öteki" olmaya yakınlaşıyoruz.


Kendimiz olmaktan uzaklaştıkça kendimizi anlamaktan da uzaklaşıyoruz. Bir başkası olmanın yarattığı sorunları, düşüncelerimizdeki çelişkileri, hayatımızdan memnuniyetsizliğimizi, ruhsal huzursuzluğumuzu ve en önemlisi de duygularımızı anlamaktan...

Biz, o "bir başkası" kalıbını nasıl şekillendirdiysek o şekle uygun hal almaya çalışıyoruz. Daha iyi, daha güzel, daha çalışkan, daha zayıf mı olmamız gerekiyor? Öyleyse olmaya gayret ediyoruz o kalıba girebilmek için. Daha kötü, daha çirkin, daha tembel ve daha kilolu kalıpların mı olması gerekiyor kendi kalıplarımızı gösterebilmek için? Öyleyse var ediyoruz. Yani, kendimiz olma memnuniyetsizliğiyle ortaya çıkardığımız her "bir başkası" bir başkasına dönüşüyor. Bulunduğumuz her bir topluluk içerisinde o bir başkalarının sonsuz yarışına tanık oluyoruz. Aslında bu fark edemediğimiz kendimiz ve kendimize yabancı bir başkasının yarışı, bir nevi "başkalaşma yarışı". Çünkü biliyoruz ki dışarıda hep kalıplar var, şekli alınması gereken ve pozitif "en"lerin olduğu kalıplara girersek galip çıkacağımıza inancı... Bu durum, beraberinde sürekli kıyaslamayı ve rekabeti getiriyor. Elbette, gelişime fayda sağlayan rekabetten farklı olarak hırsa dönüşen bir rekabet oluyor bu. Yani: insani değerlerden uzaklaşmak pahasına galibiyet.


İçinde bulunduğumuz kalıpların kendisine özgü nitelikleri oluyor. Sahiplenilmesi gereken nitelikler: düşünme biçimi, yaşam tarzı, konuşma şekli, davranışlar ve geliştirdiğimiz diğerleri. Bu nitelikler yoluyla artık "ayırt edilebilir" hale geliyoruz ve farkımızı ortaya koyuyoruz. Zamanla, hangi kalıba girmek istiyorsak o niteliğe sahip olmaya çalışıyoruz, kendimizi bir kalıba uygun olcak şekilde yetiştiriyoruz. Düşünme biçimimize göre olaylara/şeylere bakıyoruz, doğrularımıza göre olanları eleştiriyor ve yorumluyoruz, olması gerektiği gibi konuşuyor ve sözcükler kullanıyoruz; kalıbımız bize ne vermişse o kadarını alıyoruz. Fakat her kalıp birbirine "bir başkası" oluyor. Kendi gibi düşünmeyenin düşüncesini kabul etmediği, olaylara/şeylere kendi gibi bakmayanı eleştirdiği, hayatı kendi gibi yaşamayanı hor gördüğü, kendi doğrularına uymayanı reddettiği ve kendinden farklı olan ne varsa anlamaya kapattığı bir vaziyet alıyor insan. Baktığımızda, bu, her kalıbın karşılıklı aldığı bir hal çünkü bu bizim "bir başkasına" olan tutumumuzun ifadesi. Peki, biz de kendimize bir başkası iken niçin kendimize tutumumuz bu kadar katı ve eleyici olmuyor?


Başlangıçta görmemiz gerekiyor ki; oluşturduğumuz bu kalıplar içerisinde aynılaşıyoruz, belli kalıplara özgü standart hal alıyoruz ve dolayısıyla bizimle aynılaşan insanların varlığı bizdeki "bir başkasını" ortadan kaldırıyor. Yani, doğal olarak; kabul ettiğimiz normların, doğruların, kuralların, biçimlerin kabul gördüğü diğerlerinin olması, kendimizi "bir başkası" kılmanın önüne geçiyor. Fakat bu aynılaşmanın yarattığı "kendini kabul", beraberinde "aynılaşmaya teşvik" yaratıyor, aynılaşmaya güç aşılıyor.


Gündelik hayatımız içerisinde etrafımıza, etraftaki kalabalığa, kalabalığın davranışlarına, kalabalık içerisindeki düzene baktığımızda bu standardize olmuşluğu görebiliriz. Hatta o kalabalığa bakış şeklimizde, baktığımızda düşündüklerimizle bunu kendimizde de görebiliriz. Unutuyoruz ki hepimiz bambaşka ailelerde, çevrelerde, inançlarda, koşullarda yetiştik ve bu yüzden her birimiz birbirimizden farklı düşünür, farklı konuşur, farklı bakar ve farklı yaşarız. Fakat bize öğretilen bu kalıplarla aynılaşmaya çalışıyoruz ancak bu ne yazık ki mümkün görünse de mümkün olamaz. Çünkü tüm bu değişken koşullar, girdiğimiz kalıpların niteliklerini farklı algılamamıza sebep oluyor. Böylelikle tam olarak bir sahiplenme gerçekleşemiyor, yalnızca -mış gibi görünümler oluşuyor.


Peki biz bunca "bir başkası" olma çabasına rağmen tam olarak başkalaşamıyorsak niyedir bu süreklilik? Kendimiz olmak zaten "bir başkası" olmak iken bir de kendimize "bir başkası" olma gayreti ne nafiledir. Hepimiz kendi beraberimizde getirdiğimiz geçmişin ögeleriyle farklıyız ve bu, "ötekileştirmeye" bir temel olamaz. Sahip olduğumuz, özümüze dair her şey ile her şey yeniden şekillenir ve mana kazanır. Yani hayat hepimizin baktığı yerden çok farklıdır ve iyi ki de öyle. Tüm bu yeniliklerin, keşiflerin, icatların kaynağı bu farklı öz’ler.


Başkasının kabulünü bırakıp öz kabulümüze yöneldiğimizde, farklılıklarımızla özgünlüğümüzü ortaya koyacak işlerin peşine düşer ve her birimiz bir bütünün parçası olarak gelişime alan açarız. Kimseden olma, kim olduğunu bilmen yeterli. :)