(*Bu içerikteki kişiler ve olaylar hayal ürünüdür.)


“Nereye gidiyoruz?” diye sordum yüzüne bakarak.


Tuhaf bir gülüş yüzünde filizlendi ve büyürken içimi titreten bir duyguyu da beraberinde sürükledi. Kaygıyla önüme döndüm ve istemsizce telefonuma uzandım, ara da ona bakarak düşüncelerimi anlayıp anlamadığını kontrol ediyordum.


“Âşıklar Tepesi’ne,” dedi.


Sesindeki saklı tehlike kalbimin hızlanmasına neden oldu. İnsan bazen bilmezdi ama hissederdi.


“Neden o kadar uzağa gidiyoruz?”


Kararlı gözleri şeffaf gözlüğün ardından keskin bakışlarıyla ruhuma dokundu ve gayet sakin bir ses tonuyla “Konuşacağız,” dedi.


Başımı sallayarak önüme döndüm ve erkek arkadaşıma mesaj attım.


Sözsüz ve nedensiz bir gerilim arabanın içinde bizimle birlikte yol alıyordu ta ki araba hızla ormanlık alanın içine dalıp aniden duruncaya dek.


Öne doğru savruldum, saçlarım yüzümü kaplamıştı, şaşkınlıkla aralanan dudaklarımdan derin bir nefes soluyarak şoför koltuğundan inip arabanın önünde tehditkârca dolaşan adama baktım. Göğsümde büyüyen öfke gözlerime sıçramış olmalıydı. Kapımı açıp zorbalıkla kolumdan tuttuğunda karşı koymadım adımlarca peşinden sürükledi. Elleri arasında bir alev topu gibiydim, öfkeyle harlanıyordum ama tek kelime etmiyordum. Tenha bir açıklığın ortasında duran yaşlı ağaca beni fırlattığında sırtım ağacın gövdesine çarptı. İstemsizce saldırmak için başkaldıran yırtıcı bir hayvan gibi hırladım. Gözlerimde gördüğü ateşe sakinlikle uzunca baktı ve aniden gülmeye başladı. Şaşkınlıkla bakakaldım.


“Ablamların yanına dönsek iyi olur,” dedim fakat sesim umduğumdan cılız çıkmıştı.


Başını iki yana salladı.


“Ablandan bahsetmeyelim.”


Gözlüğünü özenle çıkarttı ve üzerime doğru yürümeye başladı. Her adımında daha çok geriliyordum ama artık ellerim ağacın gövdesine iyice toslamıştı. İçimde gürül gürül akan bu hislerin sahibi ben olamazdım, öfkem yılgınlıkla sönüyordu. Saçlarıma parmaklarını değdirdiğinde gözlerimi kapattım, düz, uzun, siyah saçlarımın arasından yavaşça kayan parmakları yanağıma yükseldi. Yanağımı okşamak için yeltendiğinde başımı çevirdim.


“Yapma böyle,” dedi.


Bıçak darbesi gibi keskince gözlerine baktım.


“Ben ablanı değil seni seviyorum.”


Korkunç itirafıyla kocaman yok edici bir dehşeti aklıma düşürdü, mideme keskin bir şey saplanmış gibiydi. Çaresizlikle baktım. İri eli boynuma doğru iniyordu.


“Hırçınlığını, asiliğini,” dedi ve duraksadı gözleri ve eli göğsümden belime doğru ilerledi.


“Başkaldırışlarını, meydan okumalarını, kavgalarını,” vurguladığı her sözcükle başını iki yana sallıyordu sanki kendi de buna inanamıyordu.


“Dobralığını, hercailiğini… Ben senin her şeyini seviyorum.”


Elleri kalçalarıma indi, parmakları tenimde gezinen pis bir rüzgâr gibiydi.

Dolu gözlerimden inmemek için direnen gözyaşlarımla başımı kaldırarak gözlerinin içine bakıyordum. Bana öyle bakma, diye bağırmamak için dudağımı ısırdım. Bana öyle bakamazsın sanki âşıkmışsın gibi sanki gözün dönmüş gibi bakamazsın. Başparmağıyla çenemi kavradı ve gözleri dudaklarıma indi. Şehvetli pırıltılarla titreyen gözleri dudaklarıma yoksul bir kösnüllükle bakıyordu.


“Yapma,” diye mırıldandım.


Yüzünü yüzüme usulca yaklaştırıyordu, kollarımla itmek için yeltendiğimde elleri kollarıma saplandı, beni iyice ağaca yaslamıştı.


Önce dudakları dudaklarıma değdi, ağzımı açmadığım için adice gülümsedi. İki elimi tek eliyle bileklerimden kavradı ve diğer eli boğazıma pençesini geçirdiğinde artık istediğine ulaşmıştı. Bedenim kaskatı kesilmişti, gözyaşlarımın yuvalarında donduğunu hissediyordum. Titreyen bedenim miydi, dünya mıydı, bilmiyordum.


Sönen bir alev gibi onun karanlık parmakları arasında kayboluyordum. Beni öpmek bir cesedi öpmek gibiydi ama bundan zevk alıyordu ellerimi başımın üstünde ağaca yaslamıştı.


Zihnim durmuştu. Düşüncelerim durmuştu. Kalbim durmuştu. Yıkıcı bir girdap ruhumu esir almıştı.


“Deli kızım,” derdi babam “Bu deliliğin yüzünden bir gün başın belaya girecek.


“Haklıymışsın babacığım,” dedim içimden ve o an gözyaşlarım sırayla intihar eden bir sürü gibi yanaklarıma yuvarlandı.


Artık nefes alamıyordum, dudaklarımdaki kıskaçtan kurtulamamaktan tenime izinsizce dokunan katil parmaklardan…


Gözlerim kararıyordu, bir kâbustan uyanmaya çalışan ruhum bir gerçekliğe bir kâbusa gidip geliyordu. Her zaman bir ateş parçası gibi hissetmiştim ama artık sönmüş bir alevdim.


Tam yığılacakken üzerimdeki ağırlık kopartılıp alınmıştı, dizlerimin üzerine boş bir çuval gibi düşmüştüm. Uzaktan gelen bir uğultu kulağımın dibindeydi.


Yanaklarıma tutunan eller başımı salladı ve ona bakmam için beni zorladı. Kollarımdan tutarak beni ayağa kaldırdı.


“Buradayım güzelim,” diyordu bir ses kulağımın dibinde.


“Geldim.”


“Beni duyuyor musun?”


Bir yere oturtulduğumda düşüncelerim kımıldamaya başladı. Bu ses tanıdıktı.


“Mert,” diye mırıldandım ve sese başımı döndüm.


Mert’in motorunda oturuyordum ve Mert de önümde duruyordu. Motoru çalıştırarak başını bana çevirdi.


“İyi misin?”


Gözlerime acıyarak bakıyordu, bocalamıştım. Motor aceleyle çalıştı ve hareketlendiğinde yerde yatıp eliyle burnunu tutan adama baktım, parmaklarının arasından kan akıyordu. Sadece bana bakıyordu, yitip giden bir hayal gibi gittim.

Evimin önüne geldiğimizde Mert motoru durdurdu ve dikkatlice motordan indi ardından ellerimi tuttu ve inmeme yardım etti. Dizlerimde derman olmadığını anlamış gibi bir eliyle belimden kavramıştı. Babam kapıyı açtı, korku gözlerinde tedirgince titrerken ne olduğunu sordu. Bomboş gözlerle babama bakıyordum. Kelimeler kalbimde doğuyor ve kalbimde ölüyordu.


Mert her şeyi babama anlatırken babamın gözlerinden süzülen yaşları izliyordum. Babam Mert’in omzuna babacanlıkla dokundu artık bu aile meselesini kendi aramızda halledeceğinin bir işaretiydi. Mert bana baktı ve gitti.


Saatler zamanın vurulmuş kalbinden sızan kandamlaları gibi tek tek ve ağırlıkla geçiyordu. Kendimi odama kapatmıştım. Yatağımın üstünde kıpırtısız bir ceset gibi sırtüstü uzanıyordum. İçten içe belirsiz bir ölümün teklifsizce beni almasını bekliyordum. Odamın kapısı tıklatıldı. Gözlerimi tavandan ayırmadım.


“Ablacım girebilir miyim?”


Bacaklarımı göğsüme doğru çektim ve yan dönerek yatağın içinde iyice küçüldüm. Kapıya sırtımı dönmüştüm. İçimde kıvılcımlar patlamaya başlamıştı, adını koyamayacak kadar yorgundum. Yanı başımda bir ağırlığın çöküntüsünü hissettim. Ablam tatlı sesiyle saçlarımı okşamaya başladı. Gözlerimden yaşlar süzülüyordu, acı bir hıçkırık boğazımda kilitlendi.


“Asu,” dedi ablam tatlı sesiyle “Senin suçun değil.”


Boğazımdaki kilit ansızın açıldığında hıçkırarak ağlamaya başladım. Ablam bana sarılmıştı. Peki, ben neden böyle hissetmiyordum? Neden eniştemi suçlayamıyordum?


Bir insanı âşık olduğu için delilik yapacak kadar tutkun yapan Tanrı’ya kızıyordum ama yine de onu suçlayamıyordum. Onu bana âşık eden Tanrı’ya küsüyordum ama onu suçlayamıyordum.


“Onursuz olan o canım benim, sen değilsin,” dedi ablam.


İçimde yanıp giden neydi peki? Bunca yıl uğruna savaştığım kendime yer edindiğim onurum ve gururum çalınmamış mıydı?


Anılar midemde fokurdayarak yukarı doğru yükseldi, gözlerim kendi kendine göz kapaklarımın arkasına kaçıyordu. Sanki anıları kusuyordum.


Gözlerimi açtığımda bir hastane odasına alınmıştım, başucumda babam yorgun gözlerle bana bakıyordu.


“Asu uyandı,” diye söyledi.


Ailem sırayla odaya girerken ablamın yüzüne bakamadığım için başımı çevirmiştim. Herkes utancımı çıplaklıkla görüyordu. Acıyan bakışların altında içimde benden geriye kalan ne varsa ezildiğini hissettim.


Kalan günlerim ailemin bilhassa ablamın suçluluk ve korkuyla beni hayatta tutmaya çalışmasıyla geçiyordu. İçi boşaltılmış bir hayvan gibiydim artık içimi başka şeylerle dolduruyorlardı, dışı bana benzeyen ama içinde kendinden eser kalmayan bir ben…


Artık eskisi gibi değildim, eskiden olduğum alev sönmüştü geriye külleri kalmıştı. Ailemin komşu şehirdeki evine taşındım ve alelade bir işe girdim. Sıradan bir hayatın düzeni zamanla yaşamam için bir nedene dönüşüyordu. Sıradan insanlara anlam yüklemeden bir yakınlık kuruyordum. Yeni biri işe girmişti ve onun aramıza katılmasını kutlamak için gece kafede toplanmıştık. Aniden ruhumu saran yabancılaşma duygusu ortaya çıktığında ortamdan uzaklaştığımı hissettim. Herkes durgunluğumu anlıyordu ve saygı duyuyorlardı. Issız bir köşeye çekildim. Yeni adam yanıma geldi, elinde bir tepsi tutuyordu, kahve bardaklarını özenle masaya yerleştirdi. Konuşacağını anlayarak sigaramı yavaşça içmeye devam ettim, gözlerim dışarıdaydı.


“Seni bir yerden tanıyor olmalıyım,” dediğinde bakışlarımı yüzüne çevirdim.


Hayır, tanışmıyorduk.


“Gelecekteki eşim olduğunu hissediyorum,” dedi.


Şaşkınlıkla güldüğümde herkesin bakışları bana döndü. Parmaklarım arasındaki sigarayı usulca söndürdüm. O gece saatlerce sohbet etmiştik. Bazen tanımadık bir insan nedensizce ruha iyi gelirdi.


Bazı insanların bize kötülük yapmasına izin verdiğimiz gibi bazı insanların da bize iyilik yapmasına izin vermeliydik. Burak bana iyilik yapmak için gönderilmiş bir ruhtu, Tanrı onunla barışmamı istiyordu.


Aylar sonra Burak evlilik teklif ettiğinde kabul etmiştim, yaşamak için çılgınca şeyler yapmaya hayallerin peşinde koşmaya gerek yoktu, normal insanlar gibi hayatın akışına ve toplumun kurallarına karşı koymamak yeterliydi.


Şık elbiselerimizle salona girdiğimizde Burak’ın kolundan ayrılarak ablama doğru yöneldim. Gelinliğinin içinde bir melek kadar güzeldi, eşi mesafeli bir şekilde tebriklerimi kabul etti. Kuytu bir masaya geçerek ablamın mutluluğunu izlemeye koyuldum. Yeni eşine bakarken gözlerimde geçmişin perdesi bir açılıp bir kapanıyordu. Düğün salonu bir anda Âşıklar Tepesi’ne dönüşüyordu, Âşıklar Tepesi bir anda yatak odama dönüşüyordu.


Başkasının günahının intiharıydım ben. Kendimden geriye kalandım ben. İçimde olgunlaşmış bir ateşle sessizce yaşıyordum.