Her günü birbirine benziyordu. Her gün evinin mutfak penceresinden dışarıya bakıp, sigarasını içip daha sonraysa kahvaltısını hazırlayıp kahvaltısını yapardı. Evinin altında küçük bir kitapçısı vardı. Her gün uğramayı eksik etmeyen arkadaşları, sık sık yaşadığı şeyleri ve bazen de dertlerini anlatırlardı ona. O ise tepkisiz bir şekilde dinlerdi. Hiçbir zaman onun tepkisizliğinden şikayet etmezdi arkadaşları. Dostları gidince eline bir kitap alır, okumaya başlardı Hikmet. Kendi küçük cennetinde bir de bahçesi vardı. Birkaç tabure ve masa koymuştu oraya. Bazen dükkandaki küçük kanepesinde yatardı. Veyahut uyuyakalırdı okurken. Günü orada başlardı orada uyandığı zamanlarda. Köşedeki bakkala gider oradan kahvaltılık şeyler alıp kahvaltısını da kitapçıda yapardı. Ama tütünüydü istinasız her gün önceliği. Eğer hava çok soğuk değilse içeride sigara içmezdi. Müşterileri ve sigara içmeyen arkadaşları rahatsız olmasın diye kitaplarını da düşünürdü elbet, onların da sayfaları sararsın istemezdi. Her akşam eline bir şiir kitabı alır şiirini okurdu. Şiirlerini aldatıp filmlerine de gömüldüğü olurdu bazen. Ama dışarı çıkıp gezmeyi sevmezdi. Arkadaşları zorlasa da çıkmazdı dışarı kolay kolay. Çıktığı zaman kendisini huzursuz hisseder ve hemen eve dönüşü planlardı. En eğlenceli yerlerde bile tepkisiz kalmayı da başarırdı. Her yerde düşüncelere dalardı. Ahşap defterine birçok şeyi, belki de bu düşüncelerini, yazıp yazıp yırtar veya bir köşede sır gibi saklardı. Kimseye okutmazdı. Yakınları onun bu halini garipsemezdi.

—Hikmet bey yok mu bugün şiirler?

—Olmaz mı, önce siz mi buyurursunuz, ben mi başlayayım?

O harika günlerde muhakkak bu muhabbeti açardı birisi ve şiir okumalar başlardı. Misafirlerin eşliğinde şiir, sohbet geceye kadar sürerdi. Bol bol tütünün içildiği, edebiyatın türlüsünün konuşulduğu, kitap tahlillerinin üst üste yapıldığı akşamlardı o akşamlar. Gece herkes gittiğinde ise Hikmet sessizliğine gömülürdü. Hikmet’in sessizliği birçok şiir barındırırdı. Tepkisiz Hikmet’in tepkileri çıkması gerektiği yerde bir anda çıkardı. Mesela bir şiirin en vurucu yerinde.


Zaman zaman sahafa telefon gelir, vefat eden birinin yakınları onun kitaplarını "devretmek" için arardı Hikmet'i. Şüphesiz bu telefonlar mesleğin en heyecan verici ve üzücü yanıydı. Bu yakınlar bu kitapları okumak yerine ne diye "devretmek" isterler, anlam veremese de bir sahaf için hazine bulmakla eş değer bir durumdu bu. Hangi bulunmaz değerli kitaplar çıkacaktı acaba o kütüphaneden, çağrıldığı eve bunun heyecanıyla giderdi. Bir yandan rahmetli için bu kitapların değerini düşünürdü. İçlerinden birisi bir zamanlar en sevdiği kitaptı muhakkak. Kim bilir hangi kitap vakti zamanında hediye edilmişti değerli birileri tarafından... Acaba o hediye eden ne yapıyordu simdi, hediyesinin "devrettiğini" öğrense üzülür müydü? Belki sevinirdi köşede tozlanmayacak, yeniden sayfaları çevrilecek diye. Çok düşünürdü Hikmet. Bütün bunları düşünür düşünür, bu düşünceler içerisinde de uğradığı o evde kütüphaneyi inceler, bir fiyat verir, anlaşırlarsa satın alırdı kitapları.

Genelde bu amaçla uğradığı evlerde ki kitaplar yaşlı insanlara ait olurdu. Ama uğradığı son evde durum farklıydı. Kitapların gencecik yaşta vefat eden bir kadına ait olduğunu öğrenince farkında olmaksızın duraksadı. Bir not düştü yere elindeki kitabın yapraklarının arasından, sanki o anı beklemişçesine:


"Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum

Bütün çiçeklerini getirin buraya,

Öğrencilerimi getirin, getirin buraya,

Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer

Bütün köy çocuklarını getirin buraya,

Son bir ders vereceğim onlara,

Son şarkımı söyleyeceğim,

Getirin, getirin...ve sonra öleceğim."


Tepkisizdi Hikmet. Yine tepkisizdi. Ama bu tepkisizliği farklıydı, hepsinden farklı.