Dede yadigarı, 38’lik Smith Wesson’a yıllardır yanında taşıdığı 357’lik magnum mermiyi yerleştirdi. Ne zaman ki çaresiz hissetse mermiyi cebinden çıkarıp ona uzun uzun bakardı. Onu okşardı. Yeri gelir konuşurdu onunla. En sevdiği özelliği, merminin metalinin sürekli soğuk kalabilmesiydi. Kendisine benzetiyordu bu özelliği. “Ben de en az senin kadar soğuğum.” diyordu. Genelde, avucunun tam ortasına koyup saatlerce onu seyretmekten hoşlanırdı. Çünkü merminin her dakika ağırlaştığını hissedebiliyordu. Yıllarca o şekilde tutsa elinde bir delik açılabileceğine inanıyordu. Yer çekimi Kanunu'nu sevmesinin ve Newton’a küfür etmemesinin tek nedeni buydu. Farkındaydı, çünkü bir gün her şey ve herkes düşecekti bu delikten. Silahı ağzına götürdü. Sıcak nefesinin silahın namlusunda buharlaşmasını izledi. Birden tetiğin hassasiyetini düşünüp sol el işaret parmağını tetiğin üzerine koymak yerine, yanına koymuştu. Gözlerini kapattı. Bu sırada, salondan gelen açık kalmış radyonun sesine odaklandı. Çalan şarkıyı ilk notasından tanımıştı. “The Rolling Stones” dedi içinden, “Ride ‘Em On Down”. Şarkı sözlerini Türkçe tekrarladı. “Evet, uğraşmayı bırakmak zorundayım, onları ezip geçeceğim inanıyorum." Parmağını tetiğin üzerine getirdi. Şarkı sözünü içinden tekrar etti ve inanıyorum kelimesini üç kez art arda söyledi. Tetik hassasiyeti 1,700 kg olan tabancanın bir kg’lık kısmına kadar basmıştı. Yaşamla ölüm arasında 700 gramlık bir ağırlık kalmıştı ki o sırada kapı çaldı ve Yüksel gözlerini açtı. Tabancayı ağzından çıkardı. Yıllardır kullanılmadığı ve düzenli olarak temizlenmediği için, namluda oluşan pasın damağında bıraktığı tadı, kalan son tükürüğüyle yuttu. Gelen kişilerin kim olduğunu adı gibi biliyordu. Tabancayı masanın üzerine bıraktıktan sonra kapıya doğru yöneldi. Kapıyı açmak için eğildiği sırada, antrede bulunan aynada kendisiyle göz göze geldi. Tabancayı ağzına soktuğu zamanki yüz ifadesini görmek istedi. Dolgun dudaklarıyla yüzünde büyük bir oyuk oluşturdu. Kendisini kısa bir süre izledikten sonra kapıyı açtı. Gelenler Bekir ve Koray’dı. Ellerinde içi bira ve sigara dolu üç poşet vardı. Yüksel kapıda poşetleri incelerken Bekir, dış kapının açılmasıyla balkondan dışarıya doğru gelen hava akımının, az önce çıktığı yokuş nedeniyle hararet basmış vücudunu serinletmesinin keyfini çıkarıyordu. Koray, hiç beklemeden içeri daldı ve poşetteki bira şişelerinin birbirine çarpmasıyla çıkan ses, binanın koridorunda yankılandı. Şişeleri buzdolabına dizen Koray, esneyerek konuştu.

“Fransa’daki amcamdan biraz para geldi bugün. Her yıl bir kere gönderir böyle. Hiç de arayıp sormaz. Ben onun şerefine kadeh kaldırırken o, babama verdiği sözü vicdanını rahatlatmak adına da olsa benim şerefime küfürler ederek yerine getirir.”

“Bugünü kurtaracak kadar bira var mı?” diye sordu Yüksel.

Zaman kavramının onlar için gün kurtarmaktan ibaret olduğunu çok iyi bilen Koray, düşünmeden yanıtladı.

“Nasıl uyuduğunu bile hatırlatmayacak kadar var.”

Yüksel yanıttan tatmin olmuştu. Beş dakika önceki intihar girişimini unutmuş, salondaki tekli koltuğun üzerine kendini atmıştı. Bekir, vücudunda bir tane bile ter damlası kalmayana kadar kapıda kendini soğutup içeri girerek, radyonun frekansını değiştirmeye başlamıştı. Pek de tahmin etmediği bir frekansta, üzerindeki tişörtte de adı yazılı olan grubun şarkısını bulmuştu. Pink Floyd’dan Money. “Bingo” dedi hırıltılı çıkan sesiyle. Şarkının, slat makinesinde kazanılınca çıkan bozuk para sesiyle başlamasını seviyordu.

“Bundan tam üç yıl önce Meksika’nın Acapulco şehrinde İrlandalı bir kızla bu şarkı eşliğinde dans etmiştim.” dedi Bekir.

“Kızın ismi Sofia’ydı. İrlandalı bir gezginmiş, kendisini öyle tanıtmıştı. Bir gecede iki yetmişlik Johnnie Walker bitirmiş, kendimizi gecenin bir yarısı Büyük Okyanus’ta sevişirken bulmuştuk.”

“Sağlam içiciymiş” dedi Yüksel, birasını açarken.

Birasından üç uzun yudum alarak sıcak midesine indirdiği buz gibi biranın etkisiyle oluşan küçük hıçkırık krizini, iki dakika boyunca nefesini tutup geçirdikten sonra konuşan, Koray oldu.

“Ben olsam Bekir isimli biriyle takılmazdım. Kızın isminin anlamı bilgelikken seninki deve yavrusu.” dedi gülerek. Üçü de altında derin anlamlar yatan bakışlarıyla birbirlerine bakıp güldüler. Üçü de mükemmel olmaya çalışmayı uzun yıllar önce bırakmıştı. Mükemmel olmak için uğraşan, belli sınırları ve idealleri olan, hayatındaki her şeyi kusursuzca düzenlemeye çalışan insanlara acıyorlardı. Onlara göre hayatın kendisi bir kusurdu ve kusurlu bir şeyi ne kadar çok düzeltmek için uğraşırsan aslında bozmaya o kadar çok yaklaşırdın.

Aradan üç saat geçmişti. Üç saat boyunca kimse konuşmadı. Sadece radyoda çalan şarkılarla hayallere daldılar. Bekir, oturduğu yerden kalkıp bir sigara yaktı. İlk nefesini çekip dışarıya verirken bir türlü sarhoş olamayan kendisine küfürler ederek, sessizliği bozdu. Ardından mutfağa gidip eline aldığı bir peçetenin üzerine “vasiyetname” yazdı ve altını doldurdu.

“Öldüğümde kefenim siyah renk olsun. Cenazeme gelen herkes beyaz giysin.” Yazılı olarak bitirdiği vasiyetine sözlü olarak devam etti.

“Evrende mütemadiyen süren tek oldu ölümdür. Ölümle birlikte kazanılmış bir hak elde ediyor, adına da sonsuzluk diyoruz. O yüzden ölen kişileri sonsuzluğa uğurluyoruz. Sonla sonsuzluğu birleştiren tek kavram, ölümdür. Sonsuzluğun rengi bana göre siyahtır. O yüzden öldüğümde siyah kefene bağlayın beni. Ben başka renkten pek anlamam çünkü. Klasik cenaze törenlerinde herkes siyah giyerken ölen neden beyaz giysin? Asıl ölenin siyah giymesi lazım. Benim törenimde herkese beyaz giydirip tek siyahı ben giyeceğim. Hem belki böceklerin ilgisini çekmez siyah kefen, vücudumu parçalamak için sıraya girmezler böylece. Alışmışlardır nasıl olsa beyaz kefenin içinde et parçası aramaya. Siyahı görürlerse beni de kendilerinden zannedebilirler. Belki de ilerde moda yaparım siyah kefeni. Bir reklam furyası alıp başını gider. Uzak durulması gereken üç beyaza bir yenisi daha eklenir. Hem beyaz renge göre siyah kefende ceset daha fit durur. Çünkü bu hayatta en çok ölüler eleştirilir.”

Bekir’in ölüm hakkında bu kadar konuşması Yüksel’i rahatsız etti. Yüksel, unutmuş olduğu intihar girişimini hatırladı ve içindeki yanmaya benzer hissi birasının son yudumuyla söndürmeye çalıştı. Bekir’in son cümlesini içinden tekrar etti:

“Bu hayatta en çok ölüler eleştirilir.”

Hayattaki tüm varlığı, iki arkadaşı ve dede yadigarı 38’lik olan Yüksel’de travma etkisi yaratmıştı bu cümle. Çünkü cümlede söyleneni en çok kendisi yapmıştı. On üç yaşında onu tek başına bırakan annesi ve babasına bir gün bile dua etmemiş aksine öldükleri için onlara karşı yıllardır içinde öfke biriktirmişti. Her gün onları yeniden yaşatıp yeniden öldürmüştü içinde. Öldürmenin, ölmekten daha zor bir iş olduğunu en iyi Yüksel biliyordu. Yıllardır içindeki tüm duyguları tek tek öldürmüştü. Şimdiye kadar zor olanı yapmıştı ve kolaya kaçmaya hiç niyeti yoktu. Bekir’le Koray, ceplerinde kalan son parayla alkol eşiklerini düşünmeksizin yarım kalan kafalarını ucuza mâl etmek adına şarap almaya markete giderlerken Yüksel de odasına geçti. Onun da yarım kalan bir işi vardı. Aradan on dakika geçmişti Bekir’le Koray ellerinde şarap şişeleriyle merdivenden Yüksel’in evine doğru çıkarlarken gecenin sessizliğini ancak bir 38’liğin çıkarabileceği patlama sesi bozdu. Ses binada kısa bir süre yankılandı. Merdivenleri hızlıca çıkıp kapının önüne geldiler. Kapı açıktı ve Yüksel’i antredeki aynanın karşısında aynaya doğru tuttuğu tabancayla gördüler. Yükselin aynadaki yansımasında, kafasında açtığı koca bir delik gördüler. Yüksel gülüyordu. Zor olanı yapmıştı. Hem kendisini öldürmüş hem de yaşatmıştı. Yaşayabilmek için önce ölmesi gerektiğini geç de olsa anlamıştı. Başlangıcı ölüm olan bir insanın doğum tarihinde ancak sonsuzluk simgesi yer alabilirdi.