Belki de insanların bilmedikleri, epeyce bilgili olduklarını sanmalarıydı. Hoş, zaten yaratılışın sıkıntısı da bu değil miydi? Herkes, her şeyi çok fazla bilir ve uygular, olumsuzluklar tıpkı bir tepegöz gibi karşılarına çıkıp onlara hesap sormaya kalktıklarındaysa asla pişmanlık yaşamazlardı. Fazla bilmek yahut bildiğini sanmak, insanlığıen başından beri ayaklarına bağlı, paslı bir zincir gibi takip ediyordu. Havva, şeytandan daha kurnaz olduğunu düşünüp elmadan ısırık aldı. Adem, umursamadı. Kendini yüceltmek, kurnazlık, umursamazlık ve benzeri olan her şey hali hazırda insan vücuduna ve ruhuna doğar doğmaz enjekte edildikten sonra, silah fabrikalarını kim neden kurmuştu ki? Zaten insan, hisleri ve duygularını somutlaştırarak, tetik parmağını kullanabiliyordu.

Pek tabii insanlık Adem ve Havva’dan sonra çok değişti. Çoğaldılar, mucizeler yaşadılar, tufanlarla kucaklaştılar, bahçe sınırlarını genişletmek için birbirlerinin gırtlaklarına sarıldılar; kimse, kimsenin nefesini kesememişse de, birileri diğerlerine evlerindeki mobilyalardan bahsederek, birbirlerinin heveslerini kırdılar; Parasızlar tanrıyla savaşırken, paralı olanlar tanrının yoksula yardım edeceğini her mecrada haykırdı. Peki ya o varlıklı haykırışlara kulaklarını tıkayanlar ne yapacaktı? Çözüm, basitti. Dinlemedikleri veya dinlemeyi reddettikleri için cezalandırılacaklardı.Kimi demir parmaklıkların ardında prangalarına sarılacaktı yalnızlıktan, kimi prangalarına sarılamadan kucaklayacaktı kan kokulu toprağı. Sonuç değişmeyecek, ölmesi planlanan ölecek; kader isimli defter, her gün biraz daha karalanacaktı.Hoş, kimse karalamazsa, kimler “En iyi benim, gördünüz mü?” diye övünebilecekti ki. En azından, Batıkgüneş Şehir Devleti’nde birilerinin övünmesi lazımdı. En çok övünense, elbette ki her kara sınırları içinde bulunan insancıklardan, en nefret edileni ve bütün nefrete rağmen, medyada en çok sevilen olacaktı. Kim olduğunu tahmin etmemek zor değil. Yandaşlar başkan diyebilirdi onun için. Sevmeyenler onu adlandıramazdı. Çünkü adlandırmak istedikleri takdirde öfkelerine yenik düşüp, hakaret edeceklerdi. Sonuçlarıysa eşleri, dostları, akrabaları yahut ataları gibi, pranga pasını damarlarında hissetmek olacaktı.

“Şimdi sizleri Batıkgüneş Başkan’ı ile baş başa bırakıyorum.” Dedi görünmez eller sayesinde kariyerini sürdürebilen kadın, radyoların ardında onu dinleyen binlerce kişinin meraklı kulaklarına.

“Değerli Batıkgüneş sakinleri!” Sevenleri radyoları öpecek kıvama gelmişken, nefret edenleri radyonun sesini kısmak istiyorlardı fakat Batıkgüneş Devleti’nin radyolarının özelliklerinden biride sesinin asla kısılmamasıydı. Çelik, kocaman bir kutuydu ve üstünde herhangi bir düğme bulunmazdı. Yalnızca onların istedikleri kadar ses olur, onların istediklerini duyardınız. Sesi kısmak, çoğaltmak yahut cihazı parçalamaksa, eğer bir goril kadar güçlü değilseniz mümkün değildi. Başkan’dan önceki Başkan’lar, devlet dilinde Atabaşkanların özenle tasarlattığı bu radyolar, tipik bir ses cihazından öte, belli bir kesim tarafından “Beyin banyosu” olarak da adlandırılabilirdi. Çünkü dönemin başkanı ne zaman her evde Beyin Banyosu aracılığıyla konuşursa, elbette ki her evden birkaç kişi, konuşma sonunda beyni yıkanmış hale gelirdi.

“Artık değişimin zamanı geldi. İnsanlık, yani bizler güzel devletimizin gelişimi adına bir adım daha atmış bulunmaktayız. Attığımız bu güçlü adımı sizlere anlatmadan önce, nasıl güçleneceğimiz ve kapımızın ötesinde bulunan düşmanlarımızla nasıl mücadele edeceğimizden bahsetmem lazım.” Aslında dışarıda bir düşman yoktu. Çünkü dünya, bundan binlerce yıl evvel bir kaza geçirmiş, insanlık tükenmiş, baskıcı toprak ağaları kendilerini devlet zannetmişlerdi. Cahiller tahta, aydınlar soğuk betona oturmuştu. “İnsan, cezalandırarak güçlenir!” diye haykırdı başkan radyodan. Aslında insan, eğitimle güçlenirdi. Başkan bunu çok iyi biliyor lakin yalnızca kendi soyu ve yandaşları için bunu kullanıyordu. Kendinden olmayanlaraysa güçlenmeyi, kin gütmek ve saldırmak olarak anlatmaktan keyif duyuyordu tıpkı atalar yahut halkın tabiriyle Atabaşkanların yaptığı ve ayarladığı gibi. “Dışarıyla mücadele etmek için önce içimizdeki hainleri cezalandıracağız. Tek bir vücut olup, gerekirse yaralı organımızı kendimiz kesip atacağız! Artık radyolarınız olmayacak, ey güzel dostlarım. Her bir haneye, televirüsyon isimli cihazı dağıtacağız. Nasıl atabaşkanlarımız Batıkgüneş radyolarını her birinize teker teker teslim etti. Ben ve benim iktidarımda sizlere televirüsyonu emanet edecek. Televirüsyon, nesilden nesle aktarılacak ta ki bambaşka bir cihaz, bizler tarafından kapınıza bırakılana dek.” Televirüsyon diye bahsedilen cihazın televizyondan bir farkı yoktu aslında. Sıradan bir TV kanalından daha fazla denetlenecek olması ve günün belirli saatleri kullanılacak olması dışında, normal bir evdeki TV’den farksızdı.

“Biliyorum şaşırıyorsunuz. Televirüsyonun ne olduğunu merak ediyorsunuz. Televirüsyon gelecek demek! Televirüsyon geçmiş demek. Adalet ve eğitim, ceza ve sistem demek. Atabaşkanlarımız demek, Batıkgüneş demek, güç demek!” Aslında Başkan’ın açık açık söylemek istediği, “Televizyon, sizleri kontrol etmemi kolaylaştıracak ve sizi daha kolay sömürebileceğim. Kendi isteklerimi size, sizin isteklerinizmiş gibi empoze edeceğim.”

“Televirüsyon, tıpkı Batıkgüneş radyosu gibidir. Tek farkı artık beni görebileceksiniz. Bir görüntüm olacak. Bütün bu detayları birazdan size Yarım Başkan anlatacak ama son müjdemi vermeden edemeyeceğim. Televirüsyon’un ilk programı,Namsız Hayaller olacak. Namsız Hayaller ne mi? Namsız Hayaller, başaramayanları gösterecek. Başarısızlık senin en büyük düşmanındır Batıkgüneş sakini. Başaramayanları cezalandıracağız. Her programa, kurayla çekeceğimiz bir Batıkgüneşi davet edilecek ve önüne sunduğum kurbanını infaz edecek. Başarısızı en başarılı cezalandıran ise Batıkgüneş Ziynetine sahip olacak.”

Başkan’ın söylediği gibi gerçekten ortada bir değişim vardı ve bu değişimi aldığı nefes kadar ciğerlerinde hisseden ise, az önce bahsi geçen “Başarısız” sınıfına dahil olmasına birkaç gün kalan Ülgen idi. Ülgen, artık devletin ona biçtiği rütbeyle bir başarısızdı ve başarısızlar, Batıkgüneş tarafından yaşamı hak etmezdi. Batıkgüneş’te yalnızca başarılılar nefes alırdı. Başarının diğer tabiriyse, sömürüye uygun olanlar. Ülgen şu an ardında olduğu parmaklıkları sıkıca tutmakla meşguldü.