Pandemide bayram yalnız geçecek diye düşünüyordum. Tam da istediğim gibi. Kapalı kapılar, pencereler arkasında yalnız ve belki komşu evlerde de çok fazla kalabalık olmayacağını bilmenin verdiği utangaç bir rahatlama hali içinde geçecek bir bayram sabahı başlıyordu.

 

Uzaktaydık evden de. Bir kasabaya sığınmış; gelmesini istemediğimiz, insanların normal hayatlarına döndüğünde bizim dönemeyeceğimizi bildiğimiz ‘sonrasını’ bekliyorduk. Uzakta olduğumuzdan ziyaret de edemedik oğlumu, onsuz bu üçüncü bayramda. Hepsi de bir şekilde pandemiye denk gelen; o yüzden diğer insanlardan çok farklı, çok da yoksun hissetmediğimiz bayramlar. Ya sokaklar, şehirler açılırsa; ya eskisi gibi herkes ziyaretlere, kutlamalara başlarsa diye korkulu bir bekleyiş de vardı hepsinin öncesinde. İçinde kapalı kaldığımız bitmeyen bir çöl gibi çorak, cansız hiçliğin ortasında diğer insanların da biraz olsun yalnız başına kalması teskin ediyordu nedense. Yoo, kıskançlık değil, öfke de değil nedeni. Daha çok bir açıklama yapma gerekliliğinin ortadan kalkması. “Bu kadar yapmayın, siz de çıkın biraz,” diyen iyi niyetli dostlara veya bayram ziyaretine gelmek isteyen akrabalara doğal bir mazeret sunduğu için seviniyordum aslında. “Pandemi var, ne yapacaksın, evdeyiz işte,” demenin kolaylığı ve daha can yakıcı, onların da hatırlatmamak ile unutmadıklarını söylemek arasında kararsız kaldıkları acılara hiç girmeden ilk çıkıştan kaçmak için güzel bir bahane.

 

Önce serin ve alaca karanlık başlayan sabah, bir iki saat içinde günlük güneşlik, ışıklı bir güne bıraktı yerini. Bahçenin çiçekleri baharın geldiğini biraz daha anladı, iyice açtılar yapraklarını içlerine çekmek için güneşi. Uzaktaki dağların tepesi parladı sanki bir ayna gibi, eteklerindeki yeşil daha bir yeşil oldu, coşkulu. Sonra ufak kasabanın daha da ufak ve sakin sokağı, gözlerden uzak olmanın verdiği güvenle hareketlenmeye başladı. Çocuklar. Çok da işlemeyen şehirler arası yol yasaklarını bir şekilde atlatıp torun görmek isteyen yaşlı ana babalarının ziyaretine gelmiş büyük çocuklar ve onların küçük çocukları; artık bu iki grupta da olamayan, hiçbir yere sığamayan; evi, aileyi bırakma yaşına doğru ilerleyen sıkılmış ergenler. Büyük şehrin yalnız kalabalığından ve bunları içinde büyük bir sır gibi saklayan yüksek binalarından uzakta göl ile dağ arasına sıkışmış basit bahçeli evlerin aralarında hayat dolaşmaya başladı.

 

Kapı çalındı sonra, bayramlaşmaya geldi kızımın orada edindiği arkadaşları. Kızım neşelendi, önce arkadaşlarıyla kısa dedikodu yapıldı, sonra benimle başladığı direksiyon derslerinin sonucunu arkadaşlarına hemen göstermek için “Arabayı alırız birazdan,” diye bana duyurulmak istenen ama bilmemiş olmam da gereken planlar konuşuldu kapıda. Eşim hareketlendi evde, daha sonra gelen küçük çocuklara “Bak, iyi ki almışız, ben düşündüm yine,” dediği çikolatalardan ikram etti gülerek. Bense eskiye gittim, o gittikten hemen bir iki hafta sonra yarım kalmış bir elektrik işinin tamamlanması için “Ben burada ne yapıyorum şimdi?” diye kendimi hayretle, sanki dışarıdan bir başkasıymışçasına yabancılaşmış şekilde izlediğim bir güne gittim. Orada acıyla ve sorumlulukla durup artık hiçbir önemi olmayan kabloların, anahtarların ve lambaların nerede duracağını konuşurken fark ettim kendimi. “Hayat devam ediyor Bayram, ne garip,” demiştim yanımdaki ustaya. “Sen onu bırakmak istesen bile o seni bırakmıyor, bir şekilde tutuyor.”

 

Ben de çıktım bahçeye, gelen davulcuya “Ritimli çalsaydın ya biraz,” diye takılarak bahşişini verdim. İyice tepeye çıkan güneşin altında ısınan çimenlere oturdum, uzandım. Dün geceki bir toplanma için hayatımda ilk defa hazırladığım acemi işi sunağa baktım, boş kaseye yarısına kadar su koydum. Biz hayatı değil de sanki daha çok hayat bizi bırakmıyordu.