Ben öldüm ve saat gece yarısı olmadı. Neşe saçılan bir ortamın en güzel gülüşünü, henüz üzerimden atamadan öldüm hem de. Elimde birkaç çekimlik sigara vardı. Ayaklarım birbirini takip eder gibi savrulurken kulaklığımdan sızan ve beni mesut eden bir şarkının ılık sesini tekrarlıyordu dudaklarım. Daha az önce dostlarım, nişanlım beni taksiye bindirmek için yalvarır gibi başıma üşüşmüşlerdi. Issız sokaklar bana göre değilmiş. Bu saatlerde tenhaymış her adımda beni soğuktan titretecek bu yol. Ama üşümezdim ben. Yarım saat önce hayatımın en güzel ânını yaşadım. Dostlarım, nişanlım, müzik, dans… İçim, gençliğimin en delidolu ateşini soluyordu. O kadar sıcaktım ki sigara dumanını her üflediğimde adımlarımın yerini sanki önceden bilen ve önüme dizilmiş kar parçalarını eritiyordum. Ben hiç ölmeyecek bir adamdım o an. Ben hiç mutsuz olmayacak, bir daha hiç üzülmeyecek ve sonsuza kadar yaşayacak bir adamdım. Biraz sonra yanılacağımı nereden bilebilirdim ki? İnsan nasıl tahmin edebilir ki ölümle hemen dans edeceğini?

Önce dayımın karanlığı savuşturan sesini dinledim. Sonrasında bu hicrana abimin dayanılmaz gözyaşları eşlik etti. Ah, gariplerim! Nasıl da unutulmaz bir geceye dönüştürdüm bugünü böyle. Sıcacık evlerinde, televizyonun karşısında hayatın normal akışında ilerleyeceğini ve beklenmedik bir şeylerin olmayacağından o kadar emindiler ki… Kesin annem güzel bir meyve tabağı hazırlamıştı abime. Yapma, etme, bu zahmete gerek yok, biz hazırlarız desek de anne yüreği der, abimle bana birer tabak hazırlardı. Abim meyvenin yanında bir rakı açar, yedi ay önce ayrıldığı eski eşini düşünürdü. Her gecesi böyle değildi tabii. Çoğu akşam onunla tavla oynayarak, film izleyerek abi kardeş arasındaki ikili etkileşimi artırırdık. Ama bu gece rakı içtiğine o kadar eminim ki…

Ben öldüm ama hemen gömülmedim. Kendi yatağımdaydım. Hayır, burası kendi odam değil. Bana ait değil. Ya da bana ait ama dünden beridir görmediğim, daha doğrusu hissetmediğim bu oda çok değişmiş sanki. O yüzden hemen tanıyamadım. Cüzdanım kitaplığımın en üst rafında durmuyor mesela. Anahtarlarım, koyu yeşil renge boyadığım ve üzerinde bir kaplanın bir maymun tarafından esir alındığını gösteren resmin bulunduğu (Tabii ki kaplanı ve maymunu kendi renklerine göre boyadım.) yuvarlak biblonun yanında değildi. O biblonun önünden her geçtiğimde hafifçe tebessüm ederdim. Nişanlım (Daha o zamanlar nişanlı değildik.) kütüphaneye giderken yaşlı bir adamın “sanatsal eşyalar” diye açtığı ama asla sanatsal olmayan sergide bu bibloyu görmüş ve benim o aralar bir şeyleri boyama merakımı bildiğinden bana hediye almıştı. Gözlerinin içine tüm içtenliğimle bakıp “Biliyor musun, bir gün evimizi de boyayacağım ve gözlerinin renginde odalarımız olacak.” diye basit ama o an kuvvetlenmekte olan aşkımız için anlamlı bir cümle kurmuştum. Sonrasında bu sözün benim için ne kadar hisli olduğunu ona göstermek için kendi odamı mavi renge boyamıştım. Şimdi o biblo, mavi duvarın önünde dururken anahtarım ve cüzdanım komodinin en üst çekmecesinde duruyordu. Küllüğüm de boşaltılmıştı. Büyük ihtimalle sigara içmeme çok kızan ve sigara içmemi (ben ne kadar umursamasam da) diğer akrabalardan gizleyen büyük halam temizlemiştir. Elimde ne zaman sigara görse “Kız bu ne utanmaz çocuk, annenin babanın karşısında tüttürüyor sıpa,” diye bağırır, beni tenhada sıkıştırınca da “Oğlum ben senin için diyorum, yarın öbür gün kız vermezler, iş vermezler, toplumdaki değerin düşer, etme kuzum he mi?” diye öğütler verirdi. Şimdi ölü bedenimin toplum nezdinde ne değeri kaldı da küllüğü temizlemişsin hala?

Delidolu ateşin beni kışın soğuğuna terk ettiğinde genç bir polis arkadaş bulmuş beni. Bir vurkaç olayıymış. Henüz ehliyetini yeni alan ve alkollü bir gençmiş bunu yapan. O kadar korkmuş ki ne yapacağını bilememiş. Daha on sekiz yaşında, üniversite sınavına hazırlanan bir çocuk, benim sıcacık vücudumu tenha bir sokakta soğumaya terk etti. Hayır, kızgın değilim. Kızgınlık nedir, hatırlamıyorum bile. Hisler bir kıvılcımmış oysa. Yanıp sönmesi bir ömür kadarmış. Sonrası hissizlik kadar derinmiş. Bir şair olsam böyle söylerdim. O çocuk sonrasında ailesinin polise haber vermesi üzerine yakalandı. Bunları nereden mi biliyorum? Cenazeden birkaç gün sonra, gözleri ağlamaktan şişmiş abim gelip anlattı. Sesindeki titreyişi nasıl unuturum ki…

“Oğlum be! Benim güzel kardeşim, benim bir tanecik kardeşim, canım benim, sensiz ben ne yapacağım?” deyip hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Cenazede suspustu. Bedenim henüz evdeyken ise gözlerini kare şeklinde olan ve babamın kıraathaneye gelen satıcıdan aldığı eskitme tarzında duran saate dikmişti. Belki saatlerce öyle kalmıştı. Tüm akrabalar ağlıyordu. Neden ağlıyorsunuz diye soramadım hiçbirine. Beni çoğu sevmiyordu bile. Hatta nefret ya da sevgi hissedecek kadar tanımıyorlardı. Annemin dayısının kızına ilişti gözlerim. Utanmasa kendisini yerden yere atacaktı. Nasıl da yapmacık dövünüyordu kadın. Oysaki iki kere görmüşümdür onu. O da cenazelerden cenazelere… Annem bir köşedeydi. Kardeşleri ve halamlar onu aralarına almıştı. Büyük halamın omzuna başını yaslamış ve kendini perişan ediyordu. Halam elindeki mendille annemin gözlerini siliyor, “Ölenle ölünmez, yapma, yapma bunu kendine, cennette o şimdi, üzme kendini kuzum, üzme,” diye hiçbir anlamı olmayan cümleler söylüyordu. Sevgilim, nişanlım, canım, evin içine bile girememişti. Hastaneye kaldırmışlar biriciğimi. İlk duyduğunda öyle bir çığlık atmış ki tüm mahalle gece yarısı uyanıp camlara üşüşmüş. Sonrasında kendini yerlerden yerlere atmış, kriz geçirmiş benim bir tanem. Şimdi evin dışında, çardakta, elinde sigara, arkadaşlarıyla ağlaşıyor. Ah sevgilim! O akan gözyaşların için içimdeki sönmüş ateşi yakmaya hazırım ben. O ateşle dünyaları yakardım ben. Ama kıpırdayamıyorum bile. Öylece yatıyorum…

Babam metanetli durmaya çalıştı önce. Erkek adam ya! Dudakları büzüldü, sonra titremeye başladı. Yumruklarını sıktı. Yaşlı gözlerini sıkıp derince yutkundu. Birkaç saniye durdu öylece. Sonrasında “Oğlum!” diye bağırıp kendini yere bıraktı. Ah, canım babam! Beni bu kadar sevdiğini neden daha önce göstermedin? Neden hep mesafeliydin, hep durgundun bana karşı? Çoğu zaman herhangi bir babanın yarısı kadar bile sevmediğini düşünmüştüm beni. Neden şimdi babam? Kıpırdayamayan kollarımı bir sarkaçla kaldırıp boynuna bırakasım var babam. Ben yapamıyorum, sen sarıl bana. Bunca yılın sevgisini göster bana…

Arkadaşlarım bir köşedeydiler. Derin derin konuştuklarını işittim. İyi çocukturlar. Birkaç kez adım geçti. Sonrasında futbol terimleri duydum. Sonrasında çok ilgilenmek istemedim orayla. Çünkü abim baş ucuma gelmişti. Eliyle alnımı okşuyordu. Saçlarıma dokunuyordu. Oysa saçlarım yağlıydı ve abim saçımın yağlı olmasından nefret ederdi. İnadına dizine yatardım çocukken. Saçlarımı yüzüne sürerdim, gülerdim. O da sinirlenip beni iter, kavga etmeye başlardık. Annemin terlikle üzerimize gelmesinden sonra odalarımıza kaçardık. Şimdi abim öpüp kokluyordu yağlı saçlarımı.

Abim bir hışımla yanımdan kalktı. İçeriye doğru gitti. Neden gittin abim? Gitme diyemiyorum ama sen gitme. Beni kendimle baş başa bırakma. Diyemedim… Birkaç dakika sonra bir ses geldi. Bu sesi tanıyordum. Çocukluğumda annemin beni zorla gönderttiği camide duyduğum imamın sesiydi bu. O adam zorla bize Arapça şeyler öğretmeye çalışır, biz haylazlık yapınca da kulağımızı çekerdi. Mahalledeki arkadaşlarım top getirir ve caminin içinde oynardık. Bizi eline sopa alıp caminin dışındaki çitlere kadar kovalar ama yakalayamazdı. Ailelerimize haber verirdi. Annemden bir ton azar işitirdim. Diyemezdim “Ama o adam kulağımı çekiyor,” diye. İmamdı o. Ben ise günahkâr… Şimdi nefret ettiğim o adam; benim evimde, dostlarımın ve ailemin karşısında tanrıya benim için yalvaracaktı. Bağırmak istiyordum. Birisi bunu durdursun istiyordum. İçimdeki o ateş yansın istiyordum. Soğuk zincirlerim patlayarak kırılsın da ben o adamın yakasına yapışayım istiyordum. Olmadı. Yapamadım. Kimse de dur demedi. Ben dakikalarca o sevimsiz adamı dinledim. Herkes bunun benim ruhuma iyi geleceğine inanıyordu. Ama ben inanmıyordum. Beni kurtaracak şey yoktu. Ölmüştüm.

Bir yıl boyunca her hafta geldi beni sevenler mezarıma. Sonraki beş yıl içinde bu süre çok azaldı. İkinci yılda annem, babam, abim, nişanlım ayda bir gelmeye başladılar. Üçüncü yılda annemle nişanlım ayda bir gelmeye devam ettiler. Abimle babam bayramlardan bayramlara geldiler. Abim evlenmiş ve şehir dışına çıkmıştı. Babam ise aileden iyice uzaklaşmış, tüm vaktini kıraathanede geçirir olmuştu. Nişanlım da benim ölümümden dört yıl sonra birisiyle tanışıp güzel bir ilişki içerisine girmişti. Ama beni ziyaret etmeyi asla bırakmadı. Senede bir de olsa gelirdi. Hatta ölümümden yedi yıl sonra, doğum yapmasına bir aydan az kalmışken bile ziyaretime geldi. Ölümümün onuncu yılında ise çok uzak bir ile taşındı. Uzunca bir süre görmedim onu. Abim de iki üç yılda bir uğrar oldu. Babam ise ölümümün sekizinci senesinde annemle beraber tekrar gelmeye başladı. Artık varlığımı hatırlayanlar yalnızca onlardı. Bir de bana çarparak tüm bunlara sebep olan hapishanedeki artık çok da genç olmayan o çocuk…