Ben düşmeden önce sanırım dümdüz ovaların, sararmış ekinlerin arasından dünyanın çok daha keşfedilebilir olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden sürekli yürüyor, gerçeğin imgesiz hâlini arıyordum. Bir ağacın dalını kesip de soymaya başladığımda sanki her şey daha açıktı. Sanki sonsuz bir düşün içindeki uzak bir konumdaydım. Zaman algım ben daha küçükken tarlaların arasında ya da bir taşın kenarında bir bulutla örtüşmüş gözüken bir dağı hep merak ederdi. O dağ mavimsi bir fantastik evrenin kapılarını aralardı. Garip görünüşlü bir grup insan dolaşır dururdu ortalıkta. Birbirleriyle konuşmaz, bir başka kendileriyle muhatap olurlardı. Geçenlerde bu adamlardan biri yaşlı annesinin durumunun kötü olduğunu öğrenince ta Uranüs’teki kayınbabasının arabasını ödünç almış. Oradan kavşaktan bu taraftaki Merkür’e kadar geldikten sonra navigasyonun yanlış olduğunu anlamış. Arabayı kayınbacanağı alıp götürmüş. Zavallı da sonradan galaksinin dışına sefer yapan bir otobüse binip Titan’a, annesinin yanına gidebilmiş. (Ben de bunu nerden duyduğumu anımsamıyorum.) Bir süre sonra ağacın dalını yontmayı bıraktım. Zaten elimde incecik yontulmuş bir dal vardı. Yerler de tüm o mermerler de hep yonga olmuştu. Bir dakika ne mermeri? 


Elimdeki dal ben daha bu soruyu sormadan uçup buharlaştı. Nereye gitti diye hayret etmedim. Sonsuz olasılıklar içinde buna ayıracak şaşırma veya telaşlanma duygum azalmıştı sanırım. Buna rağmen etrafıma bakıp artık her yerin beyaz mermerle dizildiğini görünce hafiften ürperdim. Gidilecek bir yer var mıydı, belli değildi. Neyse dedim kendi kendime. Geçenlerde mahallede böyle yürürken nereye gittiğimi hiç düşünmüyordum. Ne Furkan’ın sesini ne de eniştemin sesini duyuyordum. İkisi de benden bir şeyler isteyecekti. Ya Özge? 


Özge de mutlaka arkadaşlarıyla buluşacak. Birer kahve içeceklerdi. O günkü story Japon dakikliğinde atılacak, geriye diğer gezilecek yerler için konum seçmek kalacaktı. Sonra ben ellerim montun cebinde Özge’yi düşleyecektim. Bir ara hiç gereksiz parasız pulsuz tatile çıkacaktık mesela. Karavan olabilirdi, otostop dahi. Sonra uzunca bir gece gökyüzünü izleyecektik. Yemek yapacak, film tartışacak, kitap okuyacaktık. Bunları düşünürken ellerim başımın arkasında birleşecek ve düşündüklerimin olasılığını ölçüp biçecektim. Furkan yanıma gelecek, para isteyecek. Sonra ne düşlediğimi birer birer söyleyecekti. Bense uzak bir yer için kendimi tasarlamaktan vazgeçecektim. Sahi Furkan ne demişti geçen “Kanka bak, şu kız seni kesiyor.” 


“Hadi oradan!” der gibi bir şeyler söylemiştim sanırım. Furkan da yeminler üstüne yemin edip sonra iddia teklif etmişti. Cebinden elli lira çıkarıp fırlatmıştı masaya. “Bak oğlum.” demiştim Furkan’a,

“Bende para ne gezer!”

Furkan o gün bir şeyler geveliyordu ağzında. Furkan sahiden ne söyleyecekti bana ya da söylemiş miydi?


Bir şeyler hatırlıyorum. O gün dairemde hiç olmadığım kadar yorgundum. Ayaklarıma kara sular inmişti. Neden hatırlamıyorum ayakkabımın uçları, redingotumun paçaları çamurla kaplanmıştı. Sabah kendimi salondaki koltukta uzanırken buldum. Şöminenin hemen önünde belki nostaljik belki yapay bir masada bir gazete, basımdan yeni çıkmış gibi taptaze karşımdaydı. Gazeteye uzanıp manşetlere bakmak isterken kolumun ağrıdığını hissettim. Sahiden dün ne olmuştu? Uzun bir uyku, belki biraz çay iyi gelebilirdi. Gazeteyi halı çırpar gibi çırpıp elime aldıktan sonra kırmızıyla işaretlenmiş bazı haberleri gördüm. Birbirinden bağımsız haberlerdi. İçlerinden biri ilgimi çekti. Burdan epey sokak ötede bir kadın kocasının kaçırıldığına dair bir ilan verdirmiş. Kocası bir akşam yok yere ortadan kaybolmuş, zavallı karısı köşe bucak aramaktan bitap düşmüş. Doğrusu bu kadar haber yeterdi. Çünkü diğerleri alelade şeylerdi. Epeyce oturduğumu düşündüğüm koltuktan doğrulup ayaklarımın üzerine kalkmaya çalıştım. Biraz zorlayınca işte dimdik ayaktaydım. Hafif adımlarla şifonyerin aynasından kendime baktım. O sırada biri seslendi arkamdan. Kalın bir ses “Bay Sherlock” dedi.  


Hayır, bir dakika böyle miydi? Furkan nerede? Yanılmıyorsam ben bir dedektif olmadan önce en son mahallenin metroya uzanan kısmında bir süre beklemiştim. Oradan hava morlaşana kadar yürüyüp daha önce görmediğim devasa bir kütüphanenin yolunu tutmuştum. Bu yapı şehrin tam merkezindeydi. Ben Furkan’dan ayrıldıktan ve bana söylediği sözü duyduktan sonra buraya gelmeye ikna olmuş olabilirdim. Neyse ki kütüphaneye girmeyi başardım. Elimdeki cihazı doğru orana ayarlayıp maskemi taktıktan sonra mesai arkadaşlarımla biraz sohbet edip işe başladım. Önce hiçbir işe yaramayan ansiklopediler küçük ince harfleriyle gözlerimizin önünden uçup gitti. Bir zamanların çokça satılan şiir kitapları, insanların akıllarını bulandıran romanlar hepsi teker teker kül oldu. Ben yaptığımız işle övünüyor, çevremdeki ateş çemberine bakarak kahkahalar atıyordum. Her şey zifiri bir karanlığın, küçük çıtırtıların sessizliğine gömüldüğünde raflardan düşen kalasların arasında insansı bir ses işittim. Bu sefer bir kadın sesiydi. Evet, hem de aklımdan kolayca çıkmayan bir ses. “Montag” dedi bana. Tüm o yangın içinde ben üşüdüm. 


Ayaklarım tutmazdan ve ben üşümezden önce Furkan’ın kulağıma fısıldadığını hatırlıyorum. Ben bir yerlerde nabzımı tutup daha kaç defa ölebilirimin planlarını yapıyordum. Düşüp öldüğüm bir sırada havuzun otuz metre altında dünyaya gözlerimi açmışım. “Kaçıncı açış bu?” diyen bir doktor bana upuzun Latince bir isimle seslendi. Bir süre o isimle çağrıldım ama o havuzdan kurtulduktan sonra bir daha çağrılmadım. Dokuz diyardan doksan dokuz deve def ettim. Karanlık kapının kara kulpunu kırk kez kavradım. Mavi bir gecede “Ben her şey olabilirdim.” diye seslendim yaklaşmakta olan yıldıza. Yıldız dostumdu bir aralar. Benim suyumu sıkıp da buluta teslim ettikten sonra aramız milyon ışık yılı aralandı. Bundan sonra terütaze kalbim bir on yıl daha beklemek için ölmek duraklarını atladı. Sonunda ben on yüz bin yılın olanca ağırlığıyla yıkıldım. Devrilişimi seyretmek için biletler hınca hınç satıldı. Düşüşüm bengi taşlara kazındı. Ben mikro saniyelerle alternatif kendimi düşlerken düşümde mi düştüğümü hatırlayamadım.


Ben yıkılıp tarihten silindikten sonra kaçıp sığındığım İran’da bir arkeoloğun ömür boyu sürdürdüğü çalışmalarıyla tarihin tozsuz sayfalarından bulup çıkardığı bir el yazmasına rastladım.

“Rivayet edilir ki acem diyarından, kendileri; namı çevre devletlere işitilmiş bir evliya, bir mürşit var imiş. Tebrizli Köse Furkan Efendi, bir vakit olmuş Osmanoğulları’ndan, Rum diyarından gelen bir dervişi kabul edip dergâhında ağırlamış. Ona yamalı bir hırka bir de kuru asa vermiş. Furkan Efendi “Erenler” der demez ta Rumeli’nden gelen zat-ı muhterem genç derviş oracıkta gözden kaybolmuş. Yer yarılmış da içine girmiş sanki. Bu duruma şahit olan cümle dervişân bir kez daha şeyhlerinin yakasına yapışıp himmet istemişler. O günden sonra Tebrizli Şeyh’in dergâhı dolup taşmış. Bizim derviş ise bir türlü gün yüzüne çıkamamış.” 


Ben görkemli düşüşümden, kütüphaneye gidip her şeyi küle çevirişimden ve dedektif olmaya karar verişimden önce pekâlâ bir derviş olabilirdim. Furkan bana seslendikten sonra ya eniştem ne demişti?  

 

Apartmanın kapısından çıkarken onu şu hâlleriyle anımsıyorum. Güneş, tüm ışıklarını St. Fatihburg sokaklarına yansıttığı zaman Mithatov enişte, eşi Aslıyev ile şehrin diğer ucundaki yazlık evlerine gitmek için tüm hazırlıklarını henüz tamamlamıştı. Mithatov enişte, etrafı gölle çevrili, yeşilliklerle bezeli evi almak için seneler boyu çalışmış, en sonunda alabilmiş ve artık refah bir hayat süreceğine inanmıştı. Mithatov orta yaşlı, yeterince miskin bir bürokrat olduğu için her işinde aksaklık, yavaşlık hakimdi. Bu tembelliği o kadar fazlaydı ki sabah telaşla yazlığa gitmek için çıktığı evde anahtarları unutmuş, epeyce uzaklaştığı için de -bir sokak kadar- geriye dönmekten vazgeçmişti. Sonra oradan geçen genç kayınbiraderini görüp ondan yardım istemiş. “…!” diye ismini tekrarlamış. Ama bir yanıt alamamıştı.


Eniştemin benden yardım istemesinden önce şeyhim beni geleceğe ışınlamış olabilirdi. Kerametini ilk hissettiğim vakitte kalemi elime alıp karanlık bir boşlukta öylece sürüklendim. Ayakkabım hâlâ çamurlu, paçalarım ıslak, paçalarım tozlu… Hırkamın içine soğuk bir “zaman” savruldu. Sonraları gözümün benim gözüm, zamanımın benim zamanım olduğunu kavradığımda cebimde bir zarf buldum. Mührü söküp okumaya başladım. 



“Sevgili Ben,

Kaptan Furkan yanına bir türlü ışınlanmadığımdan yakınıyor, söyleyeceği son bir söz olduğundan bahsediyordu. Eskileri konuşmayı, yüz yıl öncesinin yıkımından bahsetmeyi, parmaklarıyla toz olmuş ağaç kalıntılarını gösterip “Buralar hep ormandı.” demeyi çok seviyor. Çağın ve kendinin ötesinde konuşuyor sanki. Bense 530. kattaki dairemden dışarıdaki boğuk yıkıntılara karşı yazıyorum. Hissediyorum, birileri bu mektubu alıp okuyacak ve beni anlayacaklar. Beni, bir dairenin içinde kaptanla görüşmeden önce belki de son kez dinleyecekler.

Hatırlıyorum, zamanlardan bir zaman, benlerden bir bendi. Furkan, arada bir telefonuna bakıyor, eniştem arabanın camından bağırıyor ve Özge, kahve içmeye gitmiyordu. Niye gitmiyorsun diye soramıyordum. Bir insan düşünmek krizine girmemeliydi. Belki o an öyleydim soramadım. Sorsam şunu sorardım. Ben neden mahallenin içinde bir aralık sıkışmıştım? Neden çizilen zamanın dışında ben tek başıma var olma ümidi kuruyordum?

Kaptan Furkan’ın bin ışık yılı devrine ışınlanıp diyeceklerini işittikten sonra artık her şeyi anladım. Sevgili ben, Furkan en baştan beri doğruyu söylüyordu. Özge de kahve içmeye henüz gitmiyordu. Çünkü ben dedektif olarak işe başladığım günden önce kütüphanede epeyce yorulmuş, Özge’nin sesini duyup üşümüştüm. O günden önce ölmekteydim. Yıkılışımın esrarlı yankıları sürüyordu. Şeyhim tarafından bugüne ışınlanmadan önce ben eniştemi tüm içtenliğimle selamlamaya çalışıyordum. Furkan’ı bir türlü dinlemiyor, bir düşün içine düşüyordum. Bir düşün istersen bir düşün canım kendim.


Görüşememek üzere...”

                                                                                              2140, Güneydoğu Dünya