"Ben, Güneş Tanrısı Helios'un kızı, Aiaie Cadısı Kirke!
Doğduğumdan beri ailem tarafından hor görülmüş, dışlanmış, ezilmiş bir Tanrıçayım..."

Kirke, uzun yıllar kendi yalnızlığı içinde yaşadıktan sonra bir gün aşkı, kıskançlığı tadıyor ve daha önce fark etmediği cadılık güçlerini pişman olacağı bir şekilde kullanıyor. Tanrılar da onu cezalandırmak için tek başına yaşayacağı "Aiaie Adasına" yolluyorlar.
Bu ada Kirke için bir ceza olmaktan çok ilk defa özgürce kendini keşfetmesine olanak sağlayan bir yuva oluyor aslında.
Yıllar geçip giderken adasına uğrayan Tanrılar ve yolunu kaybetmiş denizciler onun yaşamını hareketlendiriyor.
Bin yıllık süren sürgün boyunca Kirke’nin gelişimine, değişimine ve olgunlaşmasına şahitlik ediyoruz.
Bu sırada da gelip geçen Tanrılar, ölümlüler, canavarlar derken film tadında sürükleyici bir maceranın içinde buluyoruz kendimizi.

Kitap boyunca, farklılıkları sebebiyle tüm Tanrılar tarafından ezilmiş bir kızın nasıl kendi ayakları üstünde durarak dünyaya meydan okuyacak kadar güçlü bir kadına dönüştüğünü okuyoruz.

Belki de beni en çok etkileyen şey bu oldu. Tanrıça bile olsa bir kadın olduğu için sık sık zorluklarla karşılaşan, ama her şeye rağmen ayağa kalkmayı başaran çok güçlü bir karakter var ve ben gerçekten kendisine hayranlık duydum.

Kitapla ilgili gördüğüm kötü yorumlardan birinde başrol olarak neden Kirke gibi önemsiz bir karakterin seçildiğini sorgulayan birini gördüm. Ben tam tersine, böyle dışlanmış, değersiz görülmüş bir karakterin içindeki her türlü duyguyu bu kadar güzel aktarabildiği için takdir ettim yazarı.

Bu konuda çok derin bilgiye sahip olanlar farklı düşünebilir ama bana göre yazar, mitolojinin çoğunlukla kalıplaşmış olan olay örgüsünü ve karakterlerini olabilecek en etkileyici şekilde yazıya dökmüş.

Benim gönlümü fetheden ve yıllar sonra tekrar açıp okumak isteyeceğim kitaplar arasına girdi. Yürekten tavsiye ediyorum. 🧡