Ben onunla kocaman bir mezarlıkta tanıştım. Taşların karardığı, tahtaların çürüdüğü yerde tanıştım. Daha bir gün öncesine kadar evim dediğim yerde tanıştım. Dünyamda tanıştım. Ağaçlar sallanırken gördüm ilk kez. Karanlık çökerken, bulutlar alçalırken, borazanlar öterken duydum onu. Binbir atlının sesini.

Kuşların kayboluşunu hissettim. Hayvanların kaçışını kokladım. Canavarların mağaralara sığınışını, tanrımın saraylara saklanışını gördüm. Ben, ölümle tanıştım ve tahmin ettiğim gibi değildi ölüm. Siyah bir cübbesi ya da tırpanı yoktu. Kemikten elleri, yanan bir kafası ya da elinde bir kudreti yoktu; bir sürü kılıcı vardı. Yanan meşaleleri, kalkan tutan elleri, miğferleri, bayrakları, kralları, atları…

Dünyası vardı ölümün, benimkini almaya gelmişti. Kaçtım. Ben de kendi dünyama kaçtım. Kurtulamadım ama. Ölümden kurtulamadım. Dünyamı zamanında uyaramadım. Ölüm bana elçi göndermedi, anlaşma sunmadı, ne düşündüğümü merak etmedi. Geldi ve aldı. Karşı koyamadım, karşı koyamadık. Okumu attım, kalkanlarını geçemedi. Kılıcım savurdum, zırhlarını delemedi. Bağırdım miğferleri, beni dinlemedi.

Anladım ama. Neden beni dinlemediklerini anladım. Benim atım yoktu. Altından zırhım yoktu. Soyadımda bir şan, evimde hizmetçim, duymak istedikleri fikirlerim, cebimde param yoktu. Ben bendim. Sadece ben. Yeterince zeki değildim, şehirde değildim. Ben, sadece buradaydım. Uzaktaydım, dünyaya o kadar uzaktaydım ki dünyamı dünya zannediyordum.


Tanrıya yalvardım. Uzun uzun yalvardım, kabustayım dedim kendime; yalan. Sonu iyi bitecek dedim, yalan. Gözlerimi açınca dünyamı göreceğim dedim, yalan. Tanrım affeder, görür, beni kurtarır. Yalan, hepsi yalan. Gerçek ölümdü ve benim ölümüm gerçekti. Annemin ölümü gerçekti. Babamın, kardeşlerimin, sevdiklerimin. Peki ama ben ne yapmıştım? Ölüm niye bana gelmişti, hırsızlık yaptığım için mi? Günahlarım için mi, yalanlarım, kandırmacalarım için mi? Bitkilerimiz için mi? Altın taçlıların hırsı için mi? Benim hürmetle baktığım bir taç yoktur ve tanrım birdir. Ben onun için yaşarım. Fakat tanrıma sevgimi yeterince gösteremedim. Hiç ibadethaneye gitmedim. Ama istedim. Bu sayılmaz mı? Hep cenneti istedim. Cehennemi hiç…

Artık önemli değil. Çünkü sen yalansın, sen kötüsün. Sana ihtiyacımın en çok olduğu anda beni bıraktın. Ölüm gelirken yoluna yağ sürdün. Kılıçlarını biledin, oklarını sivrileştirdin, miğferlerini kalınlaştırdın sen. Taçlının aklına fikri sen yerleştirdin, yakma fikrini. Yakmak tanrının işidir, dedirttin sen ona. Dünyanda yetişen bitkiyi kullandığımız için yaktırdın sen bizi. Sen yaptın. Sen yaptın. Sen annemi, babamı, beni yaktırdın. Dünyamı yaktırdın. Bitkilerimizi yaktırdın. Bize cadı dedirttin, iyiliğimizi ötekileştirdin. Yardımımızı görmezden geldin.

Sen yaptın. En kötüsü de insanları alet ettin. Biz yanarken alkışladılar, bağırdılar, sövdüler, güldüler, eğlendiler ve övündüler. Akıllarında tanrı, kalplerinde cadı öldürmenin verdiği haz vardı. Tanrının işini yapmanın verdiği haz. İyi bir insan olmanın verdiği haz. Geriye bir tek duydukları öfke kaldı. İsimlerimizi, kişiliklerimizi unuttular. Hepimizi unuttular. Bizden tek bir isimle bahsettiler.


Cadı, öldürülmesi gereken cadı. Kötücül cadı. Dine aykırı cadı. Tanrıya aykırı. Etiğe aykırı, kendilerine aykırı. Bitkilerimiz aykırı. Ama değiller, bitkilerimiz aykırı değiller. Adımını attığın toprakta yetişirler, elma ağaçlarının yanında. Fakat yine de yaktılar. Bitkilerle doğan çocuklar bizleri yaktılar, evimizi yaktılar. Köyümüzü lanetli ilan ettiler, toprağımız kanlı dediler. Evlerimizde ruhlar var, kuyularımızda cinler oynar dediler.

Zaten köyümüze son gelen de onlardı, onlar da fazla durmadı. Bir şafak vakti aceleyle çıktılar. Kuşlar öterken, orman uyanırken gittiler. Gittiler ve geri dönmediler.

Başka bir köye gittiler.