Dünyaya gelmekte ki maksat kişi kendin bilmektir derler. Bunu insana bir yük olarak ki yük hafif kalır bir vebâl olarak yüklerler. Bu vebâl yetmezmiş gibi bir de değişik şekillerde olmakla beraber "nefsini bilen kendini bilir kendini bilen haddini bilir, haddini bilen rabbini bilir" sözü kulaklara çalınır. Esasen kulağa değil de gönle nakşedilir gibi. Sözün aslı Eb'u Said El Harraz'a ait. Kime ait ya da sözün aslı nedir bilemem ama sözün özü ağır çünkü bilmekle mükellef olduğumuz şey, bir şey, varlığını haberdar eden, bu habere vasıl olmak için de bilmenin merhalelerini var eden şey. O sebeple filozoflar hiçbir şey değil de bir şey var diyorlar.

Nefsini, kendini bileceksin ama nasıl? Beni yıllardır etrafında çeviren soru bu nasıl sorusu. Bu nasıl sorusuna verdiğim ya da vereceğim cevaplar beni ürküttüğü için yıllarca kendimden,nefsimden hatta hepsini var edenden kaçtım durdum. Esas itibarıyla kaçmak istedim. Çünkü bir kimlik inşa etmeye çalışmak istedim. İstedim ama ettiğim şeyin inşa olmadığı her defasında bir şekilde yüzüme vuruldu. Hadi itiraf edeyim, kimsenin yüzüme vurduğu bir şey yok, ben kendimle bir cedelleşme halindeyim.

Daha evvel Hz. Ali'nin Min Eyne risalesinden bahs etmiş idim. Ben bunu bir öte alemden güne, günden de öte aleme bir var oluş yahud tekâmül olarak idrak etmeye çalıştım. Geldiğim yerde gördüm ki bunu bu kadar hafif bir şekilde anlamak hem Pîr için hem de benim için bir ihanet. Varlığın ya da var oluşun hatta var edenin bizi içre getirdiği alemden başka bir yerde aramak veya içinde olduğumuz alemden göçmek idrak için büyük bir mesele teşkil ediyor. Anlamaya niyet ettiğimiz şeyin zorluğunu, anlayamayacağımız bir ütopyaya koyup ölüm ile nihayete varmak istiyoruz. Tam sual yeri; peki ölüm ile idrak edeceğimiz şey, bir şey mi?

Ölümle bir şeyleri anlayacak hale gelmek, zelil olmakla eşdeğer. Şayet ölüm ve ölümden sonra bir idrak olacaksa yaşamanın herhangi bir anlamı yok -neyin var ki- Bu demek oluyor ki biz buradayken, hayatta ve akıl baştayken bir şeyleri anlamak zorundayız. Yani Pîr-i Ali'nin sorusunu hayatta iken düşünmek ve ona doğru yola koyulmak zorundayız. Soru neydi:

Min Eyne: Nereden

Fi Eyne : Nerede

İlâ Eyne Nereye?

Değişik şekilde ele alsak; Ben kimim, ben neyim, ben kim ve ne olacağım? Yolculuk bu sorularda başlıyor başlamasına fakat bitmiyor. İstiyor ki insan sual etmekle huzur bulsun, "tamam ben sordum ve bildim" desin fakat bilmiyor. Ben olarak benliğime inşa ettiğim ben, ben değil mişim. Augustinus'un kendimi gördüm ve kendimden korktum dediği ben işte o inşa ettiği ben idi. Bir hayal olarak, bir muhal olarak bir kibir olarak...

Kendinden kaçan her insanın varacağı yer küfürdür. Keşke küfür olsa dediğim yerdeyim, kibirdir. İhtimal ki kibir şirk kadar büyük bir yüktür. Şirk ortak koşmak iken, kibir ortak olmaya namzet. Büyük bir yük. Bu demek oluyor ki insan varlığının her anında ben kimim sorusunu sormak zorunda. Ben diye hayal ettiğinin ötesine geçebilmek için, beni tanımak ve benden geçmek zorunda. Öyle diyor zaten Şule Gürbüz; " Tanımakla görevlendirildiğim kişi ben miyim?" Huzursuz olabiliriz, tanıdığımızı sandığımız kişi olmayabiliriz, kimliğimizin esiri hatta kimliksiz dahi olabiliriz. Her ne olursak olalım idrak ettiğimiz ya da edeceğimiz şey, bir şey olmadığımızdır. ( Bunu itiraf edemiyorum, kabul edemiyorum dua ediyorum.)

Bir şey var, o bir şey alem içredir, gizdir, bulunur bulunmaz bilemem ama bir şeyin ben, biz olmadığı kesin. Hiçbir şey yerine bir şey var denmesinin sebebi şimdi nicedir?

Muhabbetle....


Kendi çizimini kullanmama müsaade verdiği için Hediye Sümeyra Korkmaz'a hassâten teşekkür ederim.