Sayıklamalarının ardında yatan tek sebep geçmişte yaşadığı hüzün dolu günlerdi belki de. Uzunyıllar boyu kendiyle ve yaşamla mücadele etmişti. Anlamlandıramadığı birçok konuyu çözüme kavuşturamadığını gördükçe hayata karşı direnci azalıyordu.


Yıpranmıştı.

Kayıp bir orman gibi hissediyordu yaşantısını.

Ne izi belliydi ne yöresi. Soğuk ve umutsuz günler birbirini kovalıyordu sadece.

Her gün bir diğerinden daha yaşanılamaz geçiyordu.

Yaşamdan küçük istekleri vardı oysaki.

Kendisi için çok büyük istekler fakat.

1952 doğumluydu Nihal Hanım.

Sade bir hayat sürmüştü ömür boyu.

Şu anda da sade bir ölümün kollarında yeryüzünden yok olmayı bekliyordu.

Evi üç odalıydı.

Bir odayı kendisine ayırmıştı.

Bir odada sadece çalışıyordu.

Diğer odayı da –her ne kadar gelen gideni çok olmasa da- misafir odası olarak kullanıyordu.

Bir apartmanın üçüncü katındaki evi de oldukça mütevazi bir görünüme sahipti.

Misafir odasında dört tane kahverengi tonlarında eski püskü, kırıldı kırılacak koltuk, bir gümüşlük (içinde bazı dergiler vardı. Sanat ve felsefe üzerine. Birkaç tane de moda dergisi…) bunların dışında gümüşlüğün içinde işlemeli bir çerçevede, özenle korunduğu anlaşılan bir fotoğraf vardı.

Nihal Hanım fotoğrafta yirmili yaşlarında gibiydi.

Kucağında küçük henüz bir veya iki yaşında denilebilecek bir kız çocuğu vardı.

Koltukların önüne konulan ince ayaklı iki sehpanın kenarları dökülmüştü.

Sehpaların üzerinde birer küçük vazo vardı.

İçinde solmaya yüz tutmuş ikişer papatya çiçeği. Birer de kül tabağı vardı.

İki köşede karşı karşıya gelecek şekilde iki komodin vardı. Anlaşılan bunların pek bir işlevi yoktu. Pencerenin kenarında biri siyah biri kırmızı iki kalem ve küçük, mavi kaplı bir defter vardı.

Odanın bütününe loş bir hava hakimdi geceleri.

Gündüzleriyse odayı havalandırmak için pencereleri açar, perdeleri aralardı.

O zamanlar oda bütün sadeliğiyle gözler önüne serilirdi.

Yıllar önce Nihal Hanım’ın kendisine ara sıra uğrayan iki üç arkadaşı vardı.

Onlar dışında başka dostu olduğu söylenemezdi.

Hepsi öldüler.

Toprak oldular.

Şimdi ise bu misafir odası terkedilmiş gibiydi.

Ne gireni vardı ne çıkanı.

Nihal Hanım bile pek az uğrardı buraya son zamanlarda.

Haftada iki defa odanın tozunu alır, odayı havalandırırdı.

Yorulur, oturur bir sigara içerdi.

Sigarasını bitirdikten sonra küllüğe söndürdü.

Son nefesi hızlı bir şekilde havaya savurdu.

Bir süre dumanın boşluktaki dansını izledi.

Daldı.

Aklına çocukluk zamanlarında ailesinden gizli saklı köşe diplerinde içtiği sigaralar geldi.

O zamanlar bilinçsizlikle içtiği sigaranın şimdi bağımlısı olmuştu.

Yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.

Kendine geldi.

Toparlandı.

Yaşı ilerledikçe geçmişine duyduğu özlem artıyordu.

Her ne kadar acılı zamanlar yaşamışsa da…

Yıllarca önce, henüz 18 yaşındayken bir akşam vakti eve giderken yolda gördüğü bir çocuğa aşık olmuştu.

Kaldırımda hızlı adımlarla yürüyordu.

Bir eli göğsünün üzerinde kitapları sıkıca tutuyor, diğer eli montunun cebinde başını önüne eğmiş yürüyordu.

Yağmur bardaktan boşanırcasına…

Gökyüzünden dökülüyordu.

Bir aralık başını kaldırdı.

Bir elektrik direğinin dibinde birini bekliyormuş gibi duran bir çocuk duruyordu.

Kendisiyle yaşıt gibiydi.

Yüzünü pek seçemedi. Saçları dağınık, orta boylarda, kirli sakallı, dalgınca durmuş, üzerinde bir siyah kaban, grimsi bir bot olan genç tepkisizce yere bakıyordu.

Nihal yanına yaklaşınca daldığı yerden irkilmişçesine Nihal’in yüzüne baktı.

Göz göze geldiler.

Çocuk tekrar başını eğdi.

Nihal, aklı çocukta kalmış yürümeye devam etti.

Çok ilgisini çekmişti.

Kimdi bu?

Daha önce görmüş müydü acaba?

Bilmiyordu…

Nihal Hanım koltuktan kalkıp pencereyi kapatmak için doğruldu.

Bir an beli sızladı.

İçinden yaşlandığını geçirdi. Pencereyi kapatıp tekrar koltuğa oturdu.

İki eliyle bağdaş kurarak sehpanın üzerine dikti gözlerini.

Üzerinde uzun yılların bastırdığı yorgunluğu ve tükenmişliği hissetti.

Nihal Hanım uzun geceler oturur, salt düşünürdü.

Bu düşünmeler onu çok yorduğu gibi kendini bunu yapmaktan da alamazdı.

Yapısı gereği böyle bir alışkanlığa sahipti.

Bugüne kadar dört kitabı yayımlanmıştı.

Her kitabında hemen hemen kendi yaşamından kesitler sunuyor ya da kendisinden izleri eserlerine yansıtıyordu.

Yazar olmaya lisedeyken heves etmişti.

Bazı yetenekleri olduğuna inanıyordu ve bunları ortaya koymaktan da haz aldığı söylenebilirdi.

Çünki ona göre birileri yaşadıklarını veya izlenimlerini yazmalıydı ki bütün yaşanılanlar hatta yaşanılacaklar anlam bulsun.

Gökyüzünden dehşet dolu sesler duyulmaya başlandı.

Her şeyi önüne alıp götüren koca bir fırtına koptu.

Sicim gibi yağmur yağmaya başladı.

Yedi başlı yılan doluştu odanın içine

Yedi köyde yaşayan yedi koca karı.

Yedi bin mil ötede yedi şövalye.

Bir inek belirdi az ötede.

Ağzında yedi diş vardı.

Gövdesi şişkinlikten kopmak üzereydi sanki.

Yedi yüz yıl boyunca esrimemiş bazı cihazların yankısı duyuluyordu evin içinde.

Kara Korsanlar diye yedi kişi geldi.

Yedi eşkıya.

Her birinin elinde yedi rüya.

Diğer ellerinde yedi kılıç.

Keskin kılıçlarını gelişigüzel havaya savuruyorlardı.

Üç yüz altmış beş gün boyunca bir kedi kapının önünde Nihal Hanım’ı seyretti.

Üç yüz altmış beş tane ölüm vardı o anda odanın derinliklerinde.

Bir sirk kuruldu koskocaman.

İnsanlar biriktiler.

Bir Afrika aslanı oynatılıyordu.

Bir Afrika aslanı ve üç yüz altmış beş ölüm odanın derinliklerinde.

Sirkin bir köşesinde falcı bir kadın.

Kadının üzerinde koyu yeşil bir etek.

Göğüslerini apaçık ortaya seren bir yarı gömlek şeklinde, beyaz bir elbise giymişti.

Ayağında yeşil kunduralar, bağdaş kurmuş, önündeki iskambil kağıtlarından bir şeyleri çözmeye çalışıyordu.

Yedi korsanlar fallarına bakmak istediler.

“ÖLÜM SİZLERİ BEKLİYOR” dedi kadın.

Yedi kılıç darbesi.

Kadının yedi parçası dünyanın yedi kıt’asına savruldu.

Kedi sirkin içinde bir o yana bir bu yana doğru geziniyordu.

Hangi gösteriyi izleyeceğine karar veremiyor gibi bir hali vardı.

Kedinin içinde yedi dünya varmış.

Her birinin içinde yetmiş yedi dünya daha.

Onların içinde de yedi yüz yetmiş yedi dünya daha…

Gökyüzünden şimşekler çaktı.

Yer sarsıldı.

Sanıldı ki zelzele oldu.

Yağmur bütün öfkesini kusuyordu odanın içine.

Sel olup aktı her şey.

Üç tane kocaman göz gördüm.

Üçünden bir nehirden akarcasına kanlar aktı.

Odam kanla doldu, tavana dek.

Kanın içinde bata çıka yüzmeye çalıştım.

Devasa bir deryaya dönüştü odam.

Sonra falcı kadın geldi.

Bütün kanı içti.

Odamı kuruttu.

Her taraf kırmızıya boyanmıştı.

Kan kırmızısına.

Odamı yerin yedi kat altına taşıdılar.

Orada uzun yıllar yaşadım.

Farklı alemler gördüm.

Farklı insanlar, farklı varlıklar.

Birgün yine odama giriyordum.

Odamı bulamadım.


Çocuk beni çok etkilemişti.

Yakışıklılığı falan değil elbette.

Duruşu, bir şeyleri düşünüş şekli…

Ben artık bir hayal gibi yaşıyordum.

Ölüm benim pençelerimde ben ölümün pençelerinde amansız bir savaş veriyorduk birbirimize karşı.

Bir gün kaybolacağım hiç aklıma gelmemişti.

Sonsuz bir kederde boğuluyordum.

Elimde bir kutu sigara ve duman ortalıkta dolaşıyordum.


Yanımda yedi eşkıya vardı.

Gökyüzünde yedi katlı yedi saray.

Ellerimde yedi tane sigara.

Yanıma kambur bir kadın yaklaştı.

Gözlerine yedi yüz yılın ifadesine benzeyen bir bakış konmuştu.

Sanki yıllar öncesinden sıçramış da yanıma gelmiş gibi garip bir ifadeye sahipti.

Saçları aklaşmıştı azar azar.

Mavi bir boyun bağı vardı, üzerinde kendisine birkaç karış uzun gelen entarisi kırmızıydı.

Gözlerinde sürmeleriyle oldukça gizemli bir havası vardı.

Bana bakıyordu boyuna.

“Neden bana bakıyorsun? Beni nerden tanıyorsun ki sen? Sen kimsin? Ben kimim? Bedenlerimiz gizemli kadın, bedenlerimiz bizi gerçekten yansıtıyor mu? Her şey sahte geliyor bana gizemli kadın. Aklına gelebilecek her şey sahte. Hiçbir şeyin ifadesi yok yaşamda. Ne kadar garip. Hiçbir doğruluğu yaşayamadan gidiyoruz. Ben sıkıştım gizemli kadın. Çok sıkıştım. Sancılar çekiyorum. Kendimi arıyorum. Bütün bu olanların ifadesini arıyorum. Bana akıl ver…”


Ağır adımlarla evime yürüyordum.

Koynumda bir ayı postu, elimde bir diken demeti.

Hava çok soğuktu.

Kanım damarlarımda donmuştu.

Yaşlı bir amca gördüm parkın içinde.

Tek başına oturmuş elindeki güvercini seviyordu.

Yanına yaklaşmak istedim.

Ayaklarım beni ona doğru sürüdü.

Yanındaki boş yere oturdum.

Sevimli denilebilecek bir yüzü vardı.

İstifini bozmadı.

Konuşmak için cesaretimi topladım.

Acaba konuşsa mıydım?

İş işten geçmişti artık zira yanına oturmuştum ve artık onunla bir nevi konuşma zorunluluğu duyuyordum içimde.

Elindeki güvercin onunla konuşmama vesile oldu aslında.

“Güvercin sizin mi?

Çok güzel bir güvercin gerçekten.

İsim verdiniz mi ona?

Amca, beni duyuyor musun?

Güvercin benim değil kızım.

Benim hiçbir şeyim yok ki…

Biz bu güvercinle dostuz.

Her gün bu saatlerde ikimiz de buraya buluşmak için geliriz.

O bana yaşadıklarını anlatır ben de ona.

Ama olur mu hiç?

Güvercinler konuşmaz ki.

Siz nasıl anlaşıyorsunuz ki?

Ben hiçbir şey anlamam hayvanların dilinden.

Siz nasıl anlıyorsunuz?

Üstelik onunla dost olmuşsunuz.

Ben de biraz sevebilir miyim?”

Güvercini bana uzattı.

Aldım.

Başını okşadım.

Huysuzlanır gibi oldu.

Benim dostum olmadığındandır dedim kendi kendime.

Zaten benim hiç dostum olmadı ki bugüne kadar.

Hep yalnız başıma yaşadım neredeyse.

Acılarımı yalnız çektim.

Zaten sevinçlerim yok denecek kadar az.

Hayattan bir beklentimin olduğu bir dönemi hatırlamıyorum.

Olamaz da zaten.

Anlamsız bulduğunuz bir hayattan ne gibi bir beklentiniz olabilir ki?

Neyi neyden bekleyeceksiniz?

Güvercini amcaya uzattım.

Kalktım, yürümeye devam ettim.

Koynumda bir ayı postu, elimde yedi güvercin vardı.

Her güvercini bundan sonra dost edinecektim.

Çünkü artık kendimle barışmalıyım diye düşünüyorum.

En azından kendimden nefret etmeyi bırakmalıyım.

Odama girdim.

Üzerimi değiştirdim.

Kadınlığıma baktım.

Hıh, dedim kendi kendime hiçbir işe yaramadın bugüne kadar.

Komik değildi belki ama gerçeğim de buydu benim.

Ne bir kadın olabildim ne de bir erkek.

Tanrım!

Bir insanın hiç mi işlevi olmaz.

Yahut bir sıfatı.

Bir aile için sevilen, üzerine titrenilen bir çocuk olmak, birinin sevgilisi, dostu olmak, okulda öğrenci, dükkanlarda müşteri dahi olamadım.

Ne acı…

Adım Nihal.

Benim adım Nihal.

Soyadımı bilmiyorum.

Yüksek sesle NİHAL.

Siz beni tanıyın.



Bir karanlık çöktü yeryüzüne.

Sonbahar geldi belli.

Ağaçlar yaprak döktü.

Yağmur yağmaya başladı.

Simsiyah elbiseli insanlar girdi odama.

Bir mezarlık vardı.

İsimsiz.

Oraya Nihal yazmak istedim.

Çekindim.

Hayır! Olmaz! Yapmamalıyım.

Ben bu şekilde ölmemeliyim.

Uzun bir ağaç vardı.

Ağacın dallarındaki yedi baykuşun ulumaları bütün odanın içinde yankılanıyordu.

Uzaklardan yedi kurdun sesi geliyordu kulaklarıma.

Yedi adam geldi.

Siyah kabanlar giymişlerdi.

Omuzlarında bir tabut vardı.

Uyumlu adımlarla yürüyorlardı.

Yağmurun şiddetine aldırmadan.



“Bugün manava gittim. Yarım kilo mandalina, üç yüz gram portakal, iki tane de cennet meyvesi aldım.

Parasını verdim, çıktım.

Eve geldim.

Önce yemek yaptım.

İki kişilik.

Misafir beklemiyordum.

Ama biliyordum birisi mutlaka gelecekti.

Misafir odasına yemeği kurdum.

Bir kırmızı şarap açtım.

Kadehleri doldurdum.

Beklemeye oturdum.

Misafirim gelecekti çünkü.

Elbet biri uğrardı.

Adım Nihal.

65 yaşındayım.

Altmış beş yıldır hiç bu denli heyecanlanmadım.

Çünkü bu akşam misafirim gelecekti.

Belki de misafirlerim…

Yemek yetmeyecekti bize.

Mahçup olacaktım.

Ne güzel bir mahçubiyet.

Bekledim.

Bir saat… iki saat… üç saat…

Gece olmuştu.

Ama gelecekler biliyorum.

Yarım saat sonra pencereme bir güvercin kondu.

İçeri aldım.

Sanırım misafirim buydu.

Çok mutlu oldum.

Başını okşadım.

Bu, yıllar önce parkta oturan amcanın elindeki güvercindi.

Masanın öbür tarafına koydum.

Yemeklerimizi yemeye başladık…”


Benim adım Nihal.

65 yaşındayım.

Bir sigara versem içer misiniz?