'Yaşlılık çağını, insanın ne yapıp edip katlanması ve en iyi şekilde değerlendirmesi gereken her daim kasvetli bir çağ olarak değil, eski günlerin suni zorunluluklarından kurtulmuş bir halde neyi istiyorsa onu keşfedebileceği ve bütün bir ömrün düşüncelerini ve duygularını birbirine bağlayabileceği bir serbest zaman ve özgürlük çağı olarak görüyorum.'


Bu sözler, 1933 doğumlu ünlü İngiliz nörolog Oliver Sacks'ın, ilk baskısı 2017 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılan 'Benim Periyodik Tablom' isimli kitabında yer alıyor.


Dört kısa bölümden oluşan kitapta, kısa günler biçilen ömrünün son günlerinde dahi çalışmaktan ve yaşamaktan hâlâ keyif alan yazarın, dolu dolu yaşadığını anlattığı hayatı için bir duygu seçmesi gerekirse bunun şükran duygusu olacağını ifade ediyor.


Seksen iki yaşında hayata veda eden bilim insanı Sacks'ın başarılı bir nörolog oluşunun dışında, hastalarıyla olan iletişimi ve insan ilişkileri de kendisini şanslı addetmesini sağlamış.


Kitabın önsözünde yer alan yazı ise kendisini şanslı addetmesinde etkisi olan iki isme ait. Kate Edgar ve Bill Hayes.


Kate Edgar, yazar ile 1983 yılında çalışmaya başlayan ve otuz yılı aşkın bir süre boyunca onunla editör, araştırmacı, asistan ve en önemlisi de arkadaş olarak işbirliği yapmış bir isim.


Bill Hayes ise, ölümünden sonra kendisinden 'Tanıdığım en olağanüstü insandı.' diye bahsedecek, Amerikalı yazar sevgilisi.


Önsözde yazarın, konulan ileri evre kanser teşhisine rağmen son günlerini çoğu kez bunu unutturacak kadar yazı yazarak, seksen bir yaşında hâlâ günde bir buçuk kilometre yüzecek kadar dinamik şekilde ve piyano çalıp, seyahat ederek geçirdiğinden bahsediliyor.


Kitapta yer alan dört kısa bölümden ilkinin ismi ise, çocukluğundan itibaren fizik bilimlerine ilgi duyan yazarın atıfta bulunduğu 'Cıva'.


Bu bölümde, seksen yaşında olmasına rağmen insana özel “o ömür hiç bitmeyecekmiş ya da hep gençmiş gibi hissettiren” duygulara sahip olduğunu ifade eden Oliver'ın en büyük dileği; “Freud'un üzerinde ısrarla durduğu, yaşamdaki en önemli iki şeyi, sevmeyi ve çalışmayı özgürce sürdürebilmektir.”


Çalışmayı sevmesinin karşılığını ünlü ve başarılı bir doktora dönüşmesiyle alan yazar, ölüme yaklaştığını öğrenen herkesin yaşayabileceği bir şeyle karşılaşır; 'boşa geçirdiği zaman ve bunun pişmanlığı.” Bu boşa geçirilen zamanı düşününce şok geçirir, ne kadar zaman kayıp gitmiştir hâlbuki anı yaşarken o kadar uzak gelmemektedir geçmiş… Anadilinden başka bir dil konuşamıyor olması, yeteri kadar seyahat edip başka kültürleri tanıyamamış olması ve son olarak tıpkı gençliğinde acı verdiği gibi ona hâlâ acı veren utangaçlığı ise diğer pişmanlıklarındandır.


Geçmişe dönüp bakıldığında çok uzun diye görünen bu seksen yıllık ömrün içinde yazarın pişmanlıkları içinde dil öğrenmek için zaman bulamaması, seyahat edememesi akla gelebilecek 'yapılamayanlardan' olsa da kişilik özelliklerden birisi olan utangaçlığının, bunca yıl sonra bile rahatsız edecek seviyede olması insan yapısının tuhaf yanlarından birisi.


Şimdi burada kitabın sıralamasını bozup, önsözde yer alan bir cümle ile kitabın son bölümüne geçmek istiyorum. Her ne kadar yazar, bölümleri kronolojik biçimde yazsa da olgunluk evresi diyebileceğim son evresindeki yaşanmışlıkları kitabın tamamını değerlendirirken büyük bir öneme sahip. Bu nedenle ikinci ve üçüncü bölüme daha sonra değineceğim.


Kate Edgar ve Bill Hayes'in önsözde yer alan, son günlerini seyahat ederek geçirdiğinden bahsettiği yazarın belki de annesi ve inancıyla barışmasına vesile olacak bir yolculuğu olur; henüz gençken anne ve babasına açılmak zorunda kaldığı cinsel tercihi üzerine annesinin sert tepkisinden dolayı zaman içerisinde köklerinden, Ortodoks Musevi inancından kopsa da, çoğu akrabasının yaşamakta olduğu İsrail'e bir yolculuk yapacaktır bu sayılı günler içinde.


Kitaptaki dört bölümden sonuncusu olan 'Şabat Günü' adlı bölümde annesinin o yıllarda verdiği tepki üzerine konu bir daha hiç açılmasa dahi, sarf edilen “iğrenç olduğuna” dair o sözlerin 'dinin bağnazlığa ve acımasızlığa yol açma potansiyelinden nefret etmesine neden olduğundan' bahseder.


Henüz yirmi iki yaşındayken gittiği İsrail'e, bir daha gitmemeye karar verir. Bunun sebebinin de 'Ortadoğu politikasının onu rahatsız ettiği ve sıkı dindar bir toplumda kendisini yabancı hissetmekten kaygılandığı' için olduğunu açıklar. Ta ki uzun yıllar sonra kendisi gibi doktor olan kuzenini son kez görmek için gideceği ana kadar.


İnsan yaşamında en yakınların verdikleri zararlar, Oliver Sacks'ta da olduğu gibi, önünde yalnızca günler olan birinin, yakınlarının yanındayken hâlâ tercihleri dolayısıyla yargılanıp yargılanmayacağı gibi bir kaygıya kapılmasına neden olacak kadar iz bırakıyor. Neyse ki bu kaygının yersiz olduğu, yakınlarının kendisi ile birlikte gelen Billy'i içtenlikle karşılamalarından sonra anlaşılıyor. Mesleğinde edindiği başarı, yakın çevresinde sevilen - sayılan bir insan olması, hatta doktorluğundan dolayı birilerinin hayatlarına dokunarak onlara umut olan birinin son günlerinde hâlâ, zihninde annesinin 'iğrenç olduğu' sözlerinin yankılanması, sonradan edinilen başarıların etkisinden çok, en yakınların söz ve davranışlarının etkisinin çarpıcı yanını ortaya koyuyor.


Aynı konunun yazarın bir yakını tarafından nasıl ele alındığı ise deneyimlerin belirleyiciliği konusunda önem taşımakta. Oliver Sacks'ın kuzeni olan ekonomi alanında Nobel ödüllü Robert John da, her ne kadar her bilim insanının hayali denebilecek kadar kıymet verilen bir ödül olsa da - ödülü almaya 'Stockholm'e cumartesi günü gitmek zorunda kalsaydım ödülü reddederdim.' sözüyle dinî inancı ve bunun gereği, Yahudilikte ibadet ve dinlenme günü olarak kabul edilen Şabat gününe olan bağlılığı ile Nobel’in vazgeçilebilirliğini anlatmaktadır.


Yazarın bu durum için yaptığı açıklama ise şöyledir; ‘Şabat gününe bağlılığı, bu günün ona yaşattığı katıksız huzur ve dünyevi endişelerden sıyrılma duygusu Nobel Ödülü'ne bile galebe çalardı.'


Bu anlamda John'un gözünde inancı ve dine bağlılığı, kuzeni Oliver'dan farklılık gösteriyor. Kendi yaşamında ona iyi gelen etkiler barındıran inancı, bir bilim adamı olarak o kadar etkili ki bunu her şeyden önde tutuyor. Sacks gibi onu ailesiyle beraber ailesinin düşünce ve inançlarından uzaklaşmasına sebep olabilecek şeyler yaşamamamış olma ihtimali de bu farklılıklardan birisi oluyor.



...'Doksan dördüne kadar yaşamış olan babam, seksenli yaşlarının hayatının en keyifli dönemlerinden biri olduğunu sık sık söylerdi. Benim şimdilerde hissetmeye başladığım gibi o da zihinsel hayatının perspektifinin daraldığını değil, genişlediğini hissetmişti. İnsan bu yaşta uzun bir yaşam deneyimine sahip olur, sadece kendi yaşam deneyimine değil, başkalarınınkini de. Zafer ve trajedilere, ani yükseliş ve düşüşlere, devrimlere ve savaşlara, büyük başarılara ve derin belirsizliklere şahit olur...'



İkinci Dünya Savaşı yıllarında çocuk olan ve yatılı okulda okuyan yazarın bu düşüncesi ile neredeyse tüm yaşlı insanların aksi bir söylemde bulunan yazar, zamanla enerjisini saklamak gerekse ve bedensel ve zihinsel olarak bazı sorunlar yaşanmaya başlasa da yaşlılığı bir eksiklik olarak görmemekte, tam aksine yaşamda hem kendisinin hem de çevresinden gördükleriyle edindiği acı - tatlı tüm deneyimlerle ne kadar zengin bir dönem olduğundan bahsetmekte.



Bu söz bana yakın zamanda kaybettiğimiz Türk psikolog ve akademisyen Doğan Cüceloğlu'nun katıldığı bir programdaki şu sözlerini hatırlattı; '...Başka bir başarı daha vardır. Hepimiz öleceğiz. Kendimi örnek vereyim, yaşlanacağım, doktora gideceğim, diyecek ki doktor; 'Canım Hocam keşke elimden bir şey gelse. Hocam üç hafta, üç ay, büyük adres değişikliği... Helalleş... Helalleşiyorum, gidiyorum mezarlıktan yerimi alıyorum ama şu kendime şu soruyu soruyorum… Tarsus’ta 11 çocuklu bir ailenin 11 numaralı çocuğuyum, yaşadım ve üç hafta, üç ay sonra öleceğim. Ben yaşadım mı be? Bu benim hayatım mıydı? Hakikaten yaşadım mı ben? İki türlü cevap verebilirsiniz. Bir tanesi 'Yok, aklıma bile gelmedi, el alem ne der diye yaşadım, ben ömür boyunca başkalarının benden beklentilerini yerine getirmek için çabaladım. Ve şimdi ölüyorum. Böyle insanları tanıyabilir misiniz? Evet... Yaşlandıkça mendeburlaşırlar, yaşlandıkça asık suratlı olurlar, özellikle çocuklara ve gençlere karşı çok öfkelidirler. Mutlu insan görmeye tahammül edemezler, çünkü içi bilir... Yaşanmamış bir yaşam... Ve Erich Fromm der; 'Yaşanmamış yaşamlar, dünyadaki bütün savaşların ve kötülüklerin temelidir.'


Bu anlamda yazarın hayatı yaşanmış bir hayat oluyor…


Kitabın sıralamasına dönecek olursak; Oliver Sacks'ın ikinci bölüme 'Benim Hayatım' ve üçüncü bölüme 'Benim Periyodik Tablom' adını verdiği yaşantı türündeki bu kitap, Doğan Cüceloğlu'nun bahsettiği yaşanmamış bir yaşamdan, mendebur, asık suratlı ve yitip giden ömrün intikamını en yakınları ve çevresinden almaya çalışan yaşlı insanların aksine, 1960'larda intihara yakın bir amfetamin bağımlılığı ve derin yalnızlığa sürüklenmiş zamanlara rağmen istediklerini yerine getirebilen, kendi olmaktan vazgeçmeyen bir insanın yaşam öyküsüdür.


Ancak ne yazık ki dünya üzerinde çocukluktan itibaren bu derece şanslı olabilen ve ölümü huzurla kucaklayabilecek insan sayısı bir o kadar azdır.


'Korkmuyormuş gibi davranamam. Öte yandan içimdeki baskın duygu şükran duygusu. Sevdim ve sevildim, çok şey aldım ve aldıklarımın karşılığında bir şeyler verdim; okudum, seyahat ettim, düşündüm, yazdım. Dünyayla ilişkiye geçtim, yazarlar ve okurlar arasındaki özel ilişki yoluyla yaptım bunu.'

Her şeyden önemlisi, bu güzelim gezegende duyarlı bir varlık, düşünen bir hayvan olarak bulundum ve bu başlı başına müthiş bir ayrıcalık ve serüvendi.'


Yazarın dokuz yıl boyunca sorun yaşamadığı fakat sağ gözünü kör edecek olan ender rastlanan tümörün karaciğerinin üçte birini ele geçirmesi ile ileri evre kanser teşhisi konulacak ve kendisine 'biraz daha zaman' kazandıracak tedavilere rağmen bu hastalığın durdurulamaz oluşu, onu artık gereksiz diye addedeceği işlerle uğraşmasından alıkoyup, daha çok yazmaya yöneltecektir. Bu anlarda dahi olabildiğince derinlikli ve üretken geçirmeyi hedeflemesi bunu bir son gibi kabul etmediğinin işaretidir. Yazmak eylemi, neslinin dünyadan ayrıldığını bilse de, sevdiklerinin hatıralarında yaşayacağı anlar ve anılar bırakmasını sağlar.


Ona, yaşlarıyla elementleri bir araya getirecek olan bilimin yeri, hiç kuşkusuz küçük yaştan itibaren başarılı ve üretken bir ömrü getiren yazar son iki bölümde yer alan yazılarının The New York Times'da yayınlandığını anlatır. İlgiyle okunan metinden sonra aldığı dönüşler, yazarın ölümle yüz yüze geldiği anlarda benliğinde sevgiyle karşılık bulur.


İçtenlikle dile getirdiği tercihlere ve inancıyla ilgili düşüncelere, dinamik bir yaşam öyküsüne sahip Oliver Sacks'ın, son günlerini Şabat Günleri'ne benzetmesiyle yani bir son değil, dinlenişe benzetmesiyle son bulur kitap.



Ne kadar yaşanmış olursa olsun, hayatta pişmanlıkların olabileceği düşüncesi insanı rahatlatan düşüncelerden birisi. Sonsuz bir zamana sahip olmayışımız, bazı şeylerin hiç bilinemeyecek olması, yapılmayan seçimin nelerle sonuçlanacağı hakkında hiçbir fikrimiz olmayacağı aslında hayatın sağlamış olduğu kolaylıklardan biri. Sonsuz olasılık denizinde yanlış da olsa bir seçim yapmak, hiç yoktan ders almaya sebep. Ve bazı şeylerin elimizde olmayışı, derin bir kabullenme gerektirse de hepimizin baş etmesi gereken ve bizi biz yapan şeylerden bir diğeri. Başkalarının değil, kendi seçimlerinizi yaptığınız ve Oliver gibi dolu dolu yaşadığınız bir hayat dileğiyle...