Gri ormanları ve rengarenk patika yolları geride bırakarak uçurtmamı sonunda yeşilin ve mavinin birleştiği harikalar diyarında gökyüzüne salacaktım. Evet her sabah böyle düşünürdüm. Her şeye inat renkliydi dünya benim için; çocukluğumdaki ormanlar, dallarına çıkıp oradan oraya zıpladığım meyve ağaçları ve kahvenin en güzel tonunda olan patika yollar.


"Acaba biz büyüdük de ondan mı kirlendi, ondan mı bu kadar gri oldu içimiz dışımız?" diye düşünmekten kendimi alamadığım gri bir sabah daha. Renkli olan ne varsa yitirilmişti bu yerde; sabah gülmeden işe giden insanlar, oflaya puflaya hâlâ uykum var diyerek okula giden çocuklar ve bütün bu betonluğun içinde sadık olanlara sahip çıkmaya çalışan bizler.


Dışımıza dönüp içimizde olan ne varsa şehrimize, köyümüze yansıttık, yetmedi mimari diyerek beton olan ne varsa kurduk. Betonlaşmış hayaller, cümleler ve onlara dönük bir yaşam kurduk; renkli evlerimizden, renkli iş yerlerimize çok doğal yollar gidip geldik. Siyah ekranlardan ilişkiler yaşayıp, hal hatırı ekranda bırakıp yine betonların içinde kaybolduk. Canımız toprağa dokunmak ve yeşillik görmek isteyince atladık bizden daha hızlı olan fanuslarımıza düştük yollara. Nereyi görsek bıraktık izlemeyi ve ruhumuzu dinlemeyi, hapsettik bütün gördüklerimizi parmaklarımızın ucundaki deklanşörlere. 


Paçalarımızdan iş telaşı, otobüslere yetişme ıslıkları ve kıpkırmızı trafik siniri akıyor. Unuttuk sanırım her şeyi yenen sevgiyi, ricaları ve tebessümleri. Galiba onları da betonlaşmış içimize, evlerimize gömüp hayata katıştık.