Uzun zamandır yazmaktan kaçıyorum. Kaçışımın sebebi ne, durmaktan beni alıkoyan o yegâne güç neden bu kadar korkutucu geliyor mesela? İnsan neden kendinden kaçar? Neden kendi benliğinden kaçmak, bambaşka bir hikâyenin kahramanı olmak ister ki? Nedenler denizinde boğuluyorum. Farkına vardığım gerçeklikleri dile getirmeye korkuyorum belki de bilmiyorum. İzninizle sizlere her şeyi en başından anlatmak istiyorum.


Hikâyemin en başına dönecek olursak eğer -kendimi bildiğim, benlik sürecinin farkına vardığım zamanların en başına- ben hep garip bir çocukmuşum. Kime sorsam öyle söylüyor. Kimseler anlamaya çalışmamıştır belki de o garip çocuğu bunu da düşünmüyor değilim bazen. Neyse biz konumuza dönelim. Hem çok sosyal hem çok içine kapanık iki dünyanın da arasında sıkışıp kalmış gibi bir halim varmış. Bir gün bakarmışsınız çok hareketli bir gün bakarsınız sakin, durağan. Bir gün karşınızda bir yetişkin edasıyla ahkâm keserken başka bir gün “Ne zaman büyük olacağım ben?” diye tutturur dururmuşum. Yaptığım yaramazlıklar her çocuğunki gibi bir sıradanlıkta da değilmiş. Misafirliğe gittiğimiz evlerde banyoya girip deterjan, şampuan, saç kremi demeden Allah ne verdiyse yerlere dökermişim mesela resim yapar gibi. Kaybolduğum zaman evimin yolunu bulurmuşum olduğum yerde kalıp bizimkilerin beni bulmasını beklemekten ziyade. Hiç ders dinlemez hep konuşurmuşum ama derslerimden de doksanın altında not getirmemişim eve. Hatta ilkokul öğretmenim “Bu kızda bir sorun olmasın, psikoloğa götürün isterseniz.” demiş bizimkilere veli toplantısında. Annem de durur mu bir değil üç psikoloğa götürmüş beni. Hepsinden de bir sorunum olmadığına aksine çok zeki olduğuma dair belgeler tutuşturulmuş ellerine. Hocamın masasına çat diye vurmuş hepsini. O günden sonra benim yüzüme bile bakmayan öğretmenim benim adımı ezberlercesine hep beni kaldırmış tahtaya sorular için. Diğer arkadaşlarım gibi eve kir pas içinde geldiğim hiç olmaz bir giydiğimi yıkanmadan bir daha giymezmişim. Yemek yediğim sofraya karnım doyunca arkamı dönüp gitmek yerine o sofrayı sarı bezle tertemiz edip öyle bırakırmışım masanın üzerini. Yaşıtlarımdan çok büyüklerimle takılır onlarla sohbet muhabbet edermişim. Karıncalara ev yapar oturup onlarla konuşurmuşum mesela. Hep resim çizermişim, hatta bir gün resim ödevi olarak kendi odamızı çizmemiz istenmiş ben de çizmiş okula götürmüşüm. Hocam o resmi benim çizdiğime inanmamış okula ailemi çağırmıştı "Çocuğunuzun ödevlerini neden sizler yapıyorsunuz?" gerekçesiyle. Yalan söylemeyi asla beceremez bir haksızlık görünce büyük küçük demez kafa tutarmışım karşımdakine. Sevmezmiş yaşıtlarım beni düzenlerini bozduğum nedeniyle. Sonra ben de beni seven hayvanları bulmuşum. Kedisi, kuşu, köpeği, karıncası derken kocaman bir çevrem olmuş. Sevdiğim kadar sevilmişim onlar tarafından. Koruduğum kadar korunmuşum. Bazen de karşılıksız sevgiyi öğrenmişim bana hiç pas vermeyen sokak kedim Sütlaç sayesinde.

Gel zaman git zaman o “Ne zaman büyük olacağım ben?” diye tutturan çocuk büyümüş kocaman bir genç kadın olmuş. Olduğu zamana ayak uyduramamış hiç. Hep bir farklılık varmış onda. Öyle söylüyorlarmış ona en azından. Yaş aldıkça büyümesi gerekirken yaş aldıkça içindeki küçüğü korumayı öğrenmiş onu öldürmek yerine. Herkesin takıldığı, kendine dert ettiği konuları kafasına takmak yerine kendini koymuş öncelik sırasına. İyiliğe iyilikle karşılık vermekte bir sorun yokmuş, sorun kötülüğe bile iyilikle karşılık vermesiymiş. Bir gün o iyiliklerin bir yerde bambaşka bir insanla ona döneceğine inanmış hep. Hiç kimsenin açığını aramamış, elinden gelenleri örtmüş hatta. Hep iyi, sıcak, sevgi dolu olmaya çabalamış. Cesurmuş, sevgisine sahip çıkacak kadar hem de. Kendinin arkasında durabilecek kadar cesur. Herkesin korkarak yaşadığı duyguları hep uçlarda yaşayacak kadar da deli. Ortası yokmuş onun. Ya en diplerde ya da zirvelerdeymiş. Ortalarda olmak asla yeterli gelmemiş bu genç kadına. Ya hepmiş ya hiçmiş. Çoğunluğun “Zamanında Yapılması Gerekenler” yaftası altında nitelendirdiklerini onların değil kendi zamanına göre yapar olmuş.


Başkalarına göre değil kendine göre yaşamış bu zamana kadar hayatını. Kendi kurallarıyla, kendi benliğiyle, başına buyruk. Hem de ne buyruk! Bu yüzden garip, ele avuca sığmayan biri olarak nitelendirilmiş ve çoğu zaman bu garipliği içten içte hiç istememiş. Herkes gibi olmak kadar kolayı yokmuş çünkü bu hayatta. Keşke diğer insanların gözünden görebilseymiş dünyayı belki o zaman bu kadar zorlamazmış hayat onu, diye geçirir dururmuş içinden kendi kendine. Ama o genç kadın için herkesleşmek demek renklerini yitirmekle eş değermiş. Bazen her ne kadar içinden gri olmak isteği geçse de sahip olduğu renkleri sonsuz tonlarıyla severmiş. Kendi kendine demişken, bu genç kadın kendi kendine de çok konuşurmuş. Bu yüzden çok kez insanların anlamsız fakat küçümser bakışlarına maruz kaldığı olmuş. En iyi yanı hep kendiymiş, en iyi arkadaşı o kafasında konuştuğu sesmiş meğer. O sesi kaybettiğini sandığında fark etmiş bunu. O an anlamış aslında eşsizliğini. Varsın kimseler görmesin, duymasın, bilmesin. Varsın herkes ona deli gözüyle baksın. Umursamayı bırakmış o an. Kendi olabilecekse eğer bu herkesin birbirinin kopyası olduğu koca dünyada, varsın kendiyle kalakalsın. Tutsaklık hissetmektense içinde bulunduğu bedende herkes deli bilsin onu. Ne fark eder ki?