Bana göre herkesin hayata geliş sebebi vardır. Herkesinki de birbirinden farklıdır. Hayat amacını bulmak da kolay değildir. Öyle sokakta "aylak aylak" gezenlerin hayat amaçlarını bulamadıklarını düşünür çoğu. Ancak başımdan geçen ve beni allak bullak eden hikâyemi anlattığımda fikriniz değişecek.

O "aylak" adamın hayat amacına odaklanalım.

Saçı sakalı birbirine karışmış, torbalı göz altlarının içinde hayatın yükünü barındıran, kirli elbiseleri ve siyah tırnaklarını umutsuzluğunun sembolü gibi açıkça ve cesurca göstermekten çekinmeyen, evsiz barksız, kimsesiz bir adam düşünün. Bir kere bile eğilmeyen başı ve dik duruşu, hayata hâlâ değer verdiğini sezdiriyor gibi. Ama gözleri...

İşte onun için aynı şeyi söyleyemem.

Hayat kadar kara, umut kadar küçük gözleri, bu adamın kendisini ele verdiği belki de tek acı yer. Adeta feri sönmüş bir cesedin gözlerini paylaşıyor. Öyle ki bu adamın hikâyesini tahmin etmeye cüret bile edemezdim. Ancak günlerdir dikkatimi çekiyor, nedenini bilmem, gözlerimi ondan alamıyordum. Bu adamda bir şeyler vardı. Acı şeyler.

Onunla konuşmak için fırsat kollamaya başladım. Sürekli gözlemledim onu. Her sabah işe giderken durağın karşısında meydandaki duvara bakardı. Akşam eve dönerken yine aynı yerdeydi. Sabitlenmişti sanki.

Anlık bir cesaret ve kararlılıkla onunla konuşmaya karar verdim.

Sonbaharın acımasız öğle güneşine aldırmadan -ki bu güneş öyle yanıltıcı ve yalancıdır ki sıcak gibi görünür fakat soğuktur, içinizi ısıtır gibi yapıp sizi oracıkta titretir- Beyoğlu'nun dar sokaklarından birinde, kendi kendine mırıldanarak yürür her gün. İnsanlar artık onun "varlığını" kabullenmiş, yok saymayı tercih etmiş ve konuşmaya çekinir hâle gelmiştir.


"Acaba daha önce onunla konuşmaya çalışan oldu mu?" diye düşünmekten kendimi alamadım. Ancak her ne olursa olsun onunla konuşmayı ve hikâyesini dinlemeyi kendime bir vazife bilmiştim.

"Zamanı geldi."

Yürüdüm. Ona doğru. Hayata doğru.

Samimi gözlerle ona baktım. Gözlerimi diktim adeta. Kilitledim kendimi ona ya da kilitlendim. Ancak o beni umursamadı bile. "Belki beni fark etmemiştir." diye düşündüm. Ve kendimi belli etmek amacıyla boğazımı temizler gibi bir ses çıkardım. Ancak o bırakın dönüp bakmayı, duruşunu bile bozmadı. Öylece durmuş, bir duvarı seyrediyordu; kaba ve anlaşılması zor yazılar, resim benzeri bazı şeyler, yarıklar ve kibar bir kedinin duvara yanaşması dikkatini çekmiş olmalı.

"Mm.. Merhaba?" dediğim anda bir hışımla bana baktı ve geri çekildi. Vücut dili benimle konuşmak istemediğini açıkça anlatsa da gözlerindeki acı sabitti. Bir saniye kadar beni süzdükten sonra hiçbir şey olmamış gibi arkasını döndü ve her gün yaptığı şeyi yaptı, yürüdü!

Öylece yürüyüp gitti!

Yüzümün pancar gibi kızardığını fark ettim, fakat tek sorun bu değildi. Hayal kırıklığına uğramıştım. "Acaba beni yanlış mı anladı? Dilenci olduğunu düşündüğümü mü düşündü? Neden beni umursamadı ki?“

-Tabii ya. Neden umursasın ki?

Eve nasıl gittiğimi anlamadım bile. Aklım öylesine ihanet etmişti ki bana.

"Neden onu durdurmaya çalışmadım?"

Bu soru pişmanlıkla beraber onunla tekrar konuşma isteğini uyandırdı.

”Yarın onunla tekrar konuşacağım. En azından deneyeceğim."

Geceler bana rüyalar kattı. Sabah uyandığımda ise hiçbirini hatırlayamadığım için kendime biraz sitem ettim.

"Bir dakika, bugün ben ne yapacaktım?"

Bir hışımla kahvaltımı yapıp hazırlandıktan sonra apartmanın dar merdivenlerinden seke seke indim. Koşmak ile yürümek arası bir eylemin içinde bu sefer ne yapmam gerektiğini düşünüyordum.

“Öylece bana hayatını anlatmayacağı kesin ama en azından bir şey söylese...”

Onun konuştuğunu hiç görmemiştim. "Acaba konuşamıyor mu?

“Acaba...“

Ve sonunda meydana vardım. Tahmin ettiğiniz üzere orada bakıyordu duvara anlamda ve acıklı gözleriyle. "Bu duvarda ne buluyor?" diye düşündüm ama önemsemedim çünkü amacım onunla konuşmaktı. Yanına vardığımda beni fark etti fakat umursamadı. Sadece izliyordu. İzliyordu. İzliyordu.

"Lütfen beni yanlış anlamayın." dediğim gibi bu sefer bana bakmadan sanki orada yokmuşum da ona bir şey söylemişim gibi yürüdü gitti. Yine.

İçimdekini, müthiş korkunç sancıyı size anlatamam. Hayatım boyunca hiç bu kadar yok sayılmamıştım. Bilakis hep göz önündeydim. Hardward Universitesi'ni yüksek derece ile bitirmiş, İnsan İlişkileri üzerine master yapmış ve iki tane de kitap yazmıştım. Alkışlamaya ve övgülere öylesine alışıkken şimdi...

Adam beni umursamayınca daha da hırslandım fakat tahmin edersiniz ki günlerce aynı tepkiyi verdi. Onunla ne zaman konuşmaya çalışsam beni istemedi, gitti. Dikkatle baktığı tek şey duvardı.

"O pis duvarda ne dikkatini çekiyor olabilir ki?"

Duvar.

Duvar.

Duvar.

Bu zamana kadar nasıl aklıma gelmez?

Gecenin bir vakti o duvara koştum. Vardığımda baktım. Duvara, hayata. Duvara. Karışık harfler dediğim şey aslında bir şiirmiş.

"O yazdı. Kesinlikle o yazdı!"

Duvardaki onca dikkat çekici detayın arasından bu şiire odaklanmakta biraz zorlandım fakat artık anlamaya başlıyordum.

Karışık duvarın naçiz bedeninin ortasında şu dizeler saklıydı:

"Benim hayata geliş sebebim,

Cennetin çocuklarıyla oynamaktır.

Çektiğim acıların demindeyim,

Acım, sokak kedisi kadar korkaktır."

~Şiir Sokakta~

Hasarlı bir Beyoğlu Duvarı'nın bana bu kadar acı vereceğini tahmin edemezdim. Ve şunu fark ettim, adam bugün yoktu. Yoktu. Yoktu. Yoktu.

Bilemiyorum. Belki de hiç "olmamıştı"

Fakat şunu biliyorum ki bu adamın hayata geliş sebebi, duvarlara şiir ile anlam katmaktı.

Bu adam, hayat amacının o kadar farkında ki beni, seni, bizi, sizi görmüyor bile.