Aralık ayının başlarında karın yağmaya başladığı zaman Subway'de çalışan sandviççi arkadaşımı ziyarete gitmiştim, dükkanda burnuma tanıdık gelen ama bilmediğim hoş bir koku vardı, belki de dışarıdan geldiğim için donan burnumun ucu yemek kokusu duyunca küçük bir mutluluk geçirmişti. Uzun zaman görmemiştim, tam üç yıl olmuştu, gözümde çok değişmişti bende ona göre çok değişmiştim. Masalardan birine otur ve beni bekle dedi, oturdum, bekliyordum ve tam o sırada tuhaf yabancı bir adamın beni izlediğini gördüm ve merak ettim, sorunun ne olduğunu sordum. Bana bir kağıt verdi, içinde sadece çatı katı yazıyordu. Aradan birkaç dakika sonra arkadaşım benim için özel olarak hazırladığı sandviçi getirdi, çok güzel görüntüsü vardı ama ondan daha önemli bir şey vardı, o tuhaf adam bana o kağıdı neden verdi? Arkadaşıma durumu anlattım ve bana çok kızdı, neden onun yanına gittin, sana zarar verebilirdi dedi ama o da haklıydı, sonuçta kim olduğunu bilmiyordum. 

Hemen sonra arkadaşımla çatı katına çıktığımız kapıdan başka bir tuhaf kapı daha vardı ama bizim çıktığımız kapılardan çok farklıydı. Bina çok yüksekti ve geçtiğimiz yer çok korkutucuydu oldukça soğuk bir rüzgarla birlikte kar tipiliyordu, bastığım yerler buz tutmuştu, her an düşebilirdim, kapının önüne geldim ve “tık tık tık    tık tık tık” belirli aralıklara vurdum, içeriden oldukça yaşlı bir kadının bana bağırdığını duydum, kalbim ağzıma gelmiş gibiydi. "Lânet olsun, tüm insanlar böylesiniz, yalnız bırakın artık beni!" diye feryat etmeye başladı, sesi gittikçe kısılıyordu. Arkadaşım geri dönmekte ısrarcıydı ama ben kararımı vermiştim, geri dönmeyecektim. Yolumdan dönmeyeceğimi bildiği için beni korumak amaçlı mecbur yanımda geldi. Tekrardan kapıyı tıklattım bu sefer o yaşlı teyzenin sesi gelmiyordu. Kapının üzerinde anahtar ve kilit vardı kapıyı ittirdim zorladım ve açıldı, içeride çok fantastik bir şey bekliyordum ama sadece klozet ve el yıkama lavabosu vardı. Arkadaşım alaycı bir gülüşle, "Hepsi bunun için miydi?" dedi. Elimden gelenin hiçbir şey olmadığını anlattım ona. 

Kapağı kapalı olan klozete oturdum ve o sırada beni sanki solucan deliğine benzer bir yere götürdü, paralel dünya mıydı yoksa? Neredeydim bilemiyordum, harabe bir evin içindeydim, camları kırılmış fotoğraf albümleri, içinde sahte çiçeklerin tozlanmış olduğu 70 lerden kalma bir vazo, yerde çok çok eski bir halı, üstindeki motiflerde bir değişiklik vardı. Içimi okyanusa benzeyen bi korku sarmıştı, çok sessizdi ama sanki her an bir fırtınayla alabora olacakmışım gibiydi. Bir kaç dakika geçmeden içeriden patırtılı bir ses geldi, hiç olmadığı kadar içimi korku sarmıştı, ne olacaktı bundan sonra ne yapacaktım hiçbir fikrim yoktu, keşke arkadaşımı dinleseydim o zaman başıma bunlar gelmezdi, hem sen niye inanırsın ki yabancılara, başıma her şey gelebilirdi. İçeriden bağırma sesi geldi: Heeyyy, kimse var mı? Sesimi duyan var mı? Ben neredeyim, diye ses geliyordu ama kim olduğunu çıkaramadım. Sesi çok boğuk geliyordu, az daha yaklaşınca anlamıştım ki arkadaşım gelmişti. Onu görünce içimdeki fırtına dindi, sanki aylardır susuz kalan birine su içirmiş gibi oldu. Bana çok kızmıştı, ne yapacağımı bilmiyordum çok mahçup duruma düşmüştüm ve ne yaşadığımızı anlamaya çalışıyordum. O Kendi kendine söylenmeye başladı: "Geri nasıl evime döneceğim? Dükkanı kim yürütecek? Ailem merak edecek.” Bu nasıl bir duyguydu bilmiyorum ama en azından onu düşünecek ailesi vardı, benim kimsem yoktu. Bunları boşverip nerde olduğumuzu bulmaya çalışıyorduk ki kapı açıldı ve içeriye üç kişi girdi. Yaşlı bir kadın, küçük bir erkek çocuğu ve yetişkin bir adam. Aralarında bir şeyler konuşuyorlardı: “O geçidi kapatmamız lazım, yoksa olanlardan biz sorumluyuz." Az daha yaklaştım ve beni fark ettiler, boncuk boncuk terlemiştim, sanki hayatımın son anlarıymış gibi geldi bana. "Hey sen, buraya gel çabuk!" diye bir ses geldi, arkadaşımla birlikte kaçmaya çalıştık ama olmadı, adam bizi yakaladı, sordu: "Burada ne işiniz var, nasıl ve neden geldiniz? Kim gönderdi sizi? Yoksa hırsız mısınız?" Cevap belliydi ama korkudan ne diyeceğimi bilememiştim.

"B b biz yanlışlıkla geldik efendim, nasıl oldu bilmiyoruz ama bir anda kendimizi bu harabe evin içinde bulduk." dedim. 

"Her şeyin bir nedeni vardır evlat, dünyaya gelme sebebimiz gibi, kimse buraya tesadüfen gelemez ve kimsenin yapabileceği kolay bir şey değil bu." diyordu ama tek bir kelimesini anlamamıştım, arkadaşıma döndüm. "Tam olarak ne demek istediğini anladın mı?" diye sordum, sanki kafasına bir şeyler yatmış gibiydi. Biz aramızda konuşurken adam eskimiş ve birkaç tarafında yırtıklar olan perdeyi aralayıp dışarıya bakarak "Eyvahh! Geldiler! Yerimizi buldular hemen burdan uzaklaşmamız lazım!" dedi, bizi aldı ve karanlık, dar ve uzun bir koridordan bir odaya geçtik, yaşlı kadını ve çocuğu çağırdı, oldukça kaba büyük ve ağır görünen sırt çantasını yere koydu açtı ve içinden büyük bir mekanizmayla yapılmış bir makine çıktı, ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu, düğmeleri çevirdikçe küçük küçük çarklar dönüyor ve tarih yazıldığını farketmiştim. Bu takvim mi acaba diye düşündüm fakat neden böyle bir takvim olsun ki kartondan varken dedim ve aklıma çok ama çok dehşet bir şey geldi.... ZAMAN MAKINESI. Tabii ya, bu bir zaman makinesiydi, aklıma nasıl gelmezdi? Saat 16.00’yı, tarih 22 Ekim 1989'u gösteriyordu, ben hâlâ rüyada gibiydim...