Boydan boya uzayan, kimi zaman küçük çıkıntılar barındıran kalabalık bir caddede yürümeye başlamıştım. Esnafların sesleri dükkanlarından atmosfere yükseliyor, caddede yürüyen insanlardan Türkçe bir kelime duymak giderek zor bir hale geliyordu. Kulaklarım şu ana kadar Arap alfabesi, Kiril alfabesi ve Latin alfabesi işitmişti, hiçbirinden anlamlı sözler duyamamıştım. O kadar kalabalık ve basık bir çarşıydı ki burası, ayakkabısı olmayan bir çocuğun, cüzdanınızı çalması birkaç saniyeden az sürerdi. Aynı oranda havasız ve insanın başını döndüren bir yapısı da vardı. Çünkü baharatçılar sokağına girmiştim ve buradan çıkış anca türlü türlü baharatları ciğerlerime doldurmak ile mümkün olabilirdi. Yanlış bir yola sapmış olmanın getirdiği aptallık ve çaresizlik ile ayaklarımı yerde sürüyordum. İlk fırsatta sola doğru bir adım attım ve kısa da olsa bir kurtuluş hissiyatı yaşadım. Asker çarşısına girmiştim, üniformalı adamlar, üniforma almaya gidiyordu. Sanırım Türkçe konuşan tek tük insanlardan birileriydi onlar, buruk bir mutluluk kapladı içimi ve yoluma devam ettim. 


O tanıdık kokuma burnuma geldiğinde, gitmem gereken yerde olduğumu anladım ve derin bir nefes alıp kalabalığın içinden geçtim. Girdiğim sokak sessizdi, güneşin yakıcılığı ve kediler hariç hiçbir şey hissedilmiyordu, görünmüyordu da. Kasketli amcalar, varis çorabı alan teyzeler, ellerinde kahvesi olan, gençlik ateşiyle yanıp tutuşan kızlar yoktu. Upuzun caddede tek ben kalmıştım. Sırt çantamı düzeltip başımı dükkanlara dönerek yürümeye başladım. Sahaflar caddesini öylesine seviyordum ki; bende her zaman huzur ile karışık bir delilik hissi uyandırıyordu. O eskimiş kitapların kokusu, raftaki tozlar ve içeriye hücum eden güneş ışığı kimine kasvetli ve iğrenç gelse de, benim için kirlenmenin en güzel yoluydu. Belki yalnızlığımın asıl sebebi buydu, belki yalnızlığımın sonucu, ne önemi vardı ki? 


Tek bildiğim, kitaplardan ve gökyüzünden başka bir şeye sahip olmadığımdı. Ne bir işim vardı, ne de bir gelirim. Bazen bir köşede uykuya dalıyordum, bazen bir toplu taşıma aracında. Anlaşılan, annemin sözünü pek dinlememiştim. Sanırım yine de mutluydum, çünkü olmak istediğim kişiye yakın biriydim. Bu kadar yalnız olmak istemezdim, bu caddeyi yanımda bir kadın, bir dostum ile yürümek isterdim. Düşünebilen ve kendisini mutlu edebilen her insan gibi, ben de tek başıma kalmıştım ve elden bir şey gelmezdi. Bir kadının benimle konuşmak isteyeceğini pek sanmazdım, diğer erkekler gibi değildim. O kadar sıkılıyordum ki birini dinlerken, yüzlerini görmek bile istemiyordum bir daha. Göğüsleri, kalçaları ya da bana verebilecekleri umurumda bile olmuyordu, tek istediğim aptal olmamalarıydı fakat onlar da diğer kadınlar gibi aptaldı, diğer kadınlar da diğer erkekler gibi aptaldı. Binlerce yıllık yaşamımızda henüz gözle görülür bir ilerleme kaydedememiştik. Her zaman duygularımızın ve arzularımızın kölesi olmuştuk, zihnimiz öylesine karanlık ve örümcek ağı ile doluydu ki; bir erkeğin zihninde sadece büyük göğüsler, güzel kalçalar vardı. Bir kadının zihninde ise, kağıttan ibaret paralar, toplumda statü sahibi olma gibi anlamsız istekler vardı. Kimse kimseyi dinleyemiyor, kimse kimseyi kendisi olduğu için sevip saygı duyamıyordu. O kadar vahim bir durumdu ki; tam olarak kurunun yanında yaş da yanıyordu. 


Sonunda caddenin sonuna gelip körfeze çıktım, uçsuz bucaksız mavilik ne kadar güzeldi. Boş bir belediye bankına oturup karşıyı izlemeye koyuldum, martıların ve dalgaların eşliğinde. İnsanlık hiçbir zaman ilerleyemeyecek, delirenler ise bir banka oturup denizi izleyecek.