Kim olduğunu bilmiyorsan kendin olabilmen mümkün değildir.


Portekizli yazar José Saramago tarafından yazılan bu masal tadındaki kısa hikâye gerçek dünyanın sıkıcılığından bir anlık da olsa uzaklaşmanızı sağlamakla kalmayacak, her kitap için kolay kolay söylenmeyeni söylettirecek; “Keşke devamı olsa!”


Toplamda elli sekiz sayfadan oluşan ve içerisinde hikâyeye renk katan Birol Bayram’a ait desenleriyle bu kitap, gerçeklikten çıkıp yetişkinlere, çocuklara has bir dünyanın kapılarını aralıyor.


Genelde hikâyenin sürükleyiciliğinin etkisi nedeniyle okuyucu tarafından desenlerin pek incelenmediğine inanırım. Bu kitapta ise tıpkı yazarın anlatım tarzı gibi yalın olan desenler, hikâye ile bütünleştiğinden bir sonraki sayfaya geçmeden önce mutlaka bir göz gezdirmenize neden oluyor.


Kitabın başlangıcında, Emrah İnce tarafından yapılan çeviriye dair şu not karşılıyor bizi; “Bu kitapta, yazarın kendine özgü yazım şekline sadık kalınmıştır.” Saramago’nun tercih ettiği yazım tarzı olan; yalnızca nokta ve virgülün kullanıldığı bu sürükleyici masalda diyalogları tırnak işaretleri ile belirtilmiş olmadan takip ediyoruz. Her ne kadar okuyucu tarafından okuma alışkanlığı gereği, noktalama işaretlerine alışılmış olsa da ufak tefek karışıklıklar haricinde bir süre sonra adapte olunabilecek bir hızda okunmaya devam edilebiliyor. Aslında okumayı kolaylaştıran bu kurallar olmadan da kitabın ne anlatmak istediğini net bir şekilde anlayabildiğimizi fark ettiriyor bu tarz. Burada da esasında kimin neyi nasıl dediğinden çok, ne anlatmak istediğinin önemine yapılan vurguyu görüyoruz. Tüm süslü cümlelerden ve uzun betimlemelerden kaçınılan bu tarzda, hatta tek seferde çoğu iki- üç cümleyi aşmayan bir anlatımla karakterleri ve ne istediklerini kolayca keşfedebiliyoruz.


Saramago röportajlarından birinde “Yazarların, basitçe ifade etmek gerekirse, ölmeyi istemedikleri için yazdığına inanıyorum. Dolayısıyla birinde tümü veya tümü birinde olsun, yazmakta inat ettiğimiz kitabın bir hayatta kalma kitabı olduğunu söylerdim.” der ve “Tarafsız ve objektif bir anlatıcı fikrine karşı olduğunu” dile getirir.* Bu düşünce şekliyle kaleme aldığı kitabında belki de okuyucuya kendisine çok uzak gelecek olan bir yazardan ziyade doğal ve içten bir anlatıcıya bürünür ve tercih ettiği yazım tarzıyla herkesin kolayca anlayamayacağı bir yazardan çok, kendisini “halk ozanı” olarak gördüğünden ve okunmak kadar duyulmak da istediğinden kolay anlaşılır olmayı diler. Tabii bu durum yazarın, okuyucusuna hiçbir şey katmadığı ya da okuyucundan herhangi bir bilgi birikimi beklemediği gibi bir izlenim doğurmamalı.


”Bilinmeyen Adanın Öyküsü”, isimlerini öğrenemediğimiz ve sırf bu nedenle de okurken kendimizle bağdaştırmamız daha da kolaylaşan, toplamda üç karakterin anlatıldığı bir hikâye. Yine Saramago’a ait olan bu roman karakterlerin isimlerinin olmayışı her karakterin birbirinden çok da farklı olamayacağını anlatır gibi. Çünkü yazım tarzından dolayı hangi karakterin neyi söylediğini ararken aslında bazen her ikisinin de söylemiş olabileceğini de fark edebiliyoruz. Roman kahramanlarının tıpkı insanlarda olduğu gibi çok büyük farklılıklara sahip olmadığını, her birinin içinde benzer özellikler olabileceğini anlıyoruz. Örneğin; tekne için krala giden adam da kral gibi yalnızca kendine odaklanmış durumda. Kralın armağanlara odaklandığı gibi o da istediğini elde edene kadar diretiyor. Kadın kahraman da bu iki erkek gibi bir karar alınca diretmekte sakınca görmüyor. Üstelik hepsi için de bir belirsizlik hakim. Yazarın belirsizliği yazmanın doğasında görmesine çok uygun bir durum olsa da okurun başta tuhaf bulabileceği bir durumdur bu. Sanki kendi hayatlarımız önünde bir belirsizlik uzanmıyormuş gibi :)


Kahramanlardan ayrı ayrı bahsetmek gerekirse ilki; - ki bir desen olarak karşımıza çıkar ve kralın kapısının önünde bekleyen bir adam vardır- bilinmeyen adayı arayışa çıkan bir erkek karakterdir. Başta bir maceraya atılacağı hissini veren bu karakter, bilinmeyen adaların kalmadığına inanılan bir dönemde böyle bir arayışa girişmiştir. Bilinmeyen adayı arayan adam her ne kadar başta ne aradığını bilmiyor olsa da bu arayış konusunda son derece kararlı, öyle ki adayı aramak için gereken tekneyi istemeye gittiği kralın kapısında, onu elde edene kadar bir yere ayrılmadan üç gün boyunca yatıp uyuyor.

Bu anlatımın deseni kitapta en beğendiğim desen oldu bu arada. Sakin sakin, hiçbir şey olmamış gibi sokakta, üstünde battaniyesi ile uyuyan bir adam.


İkinci karakter ise güç ve otorite figürü olan bir kral. Her hikâyede olduğu gibi burdaki kral da güçlü, fazlasıyla keyfine düşkün ve üzerinde güç sahibi olduğu halkının istekleri pek umrunda değil. Öyle ki vaktinin çoğunu kendisine gelen hediyeleri görmek için armağanlar kapısında geçirmekte. Bu armağanların yağmaya devam etmesi için bir şeyler de yapması gerektiğini bilen kralın evinde bir de dilekler kapısı mevcut. Halkın isteklerini sırasıyla belirttiği bu kapının işleyişi ise kurallara çok da uygun değil. Çoğu zaman, üçüncü karakter olan kralın evindeki temizlikçi kadının insiyatifine bırakılmış olan kararların kabulü ya da reddi de kralın halkının isteklerine karşı ne kadar duyarsız olduğunu ifade ediyor. Kralın halkına karşı duyarlılığını yalnızca toplumsal anlamda bir huzursuzluk çıkabileceği anlarda ortaya çıktığını anlıyoruz.

Zaten tekneyi de günlerce bekleyen adama vermesinin sebebi, dilek kapısının önünde büyüyen kalabalığın, sıranın kendilerine gelmesi için “Tekneyi ver!” diye bağırmasından kaynaklanıyor. Halk yine yaptı yapacağını yani :) Gücün esas olarak kimde olduğunu da görmüş oluyoruz böylelikle…


Üçüncü karakter olan kralın evinde temizlik yapmakla görevli kadının, bilinmeyen adayı aramak için kraldan tekne istemeye gelen adamın kararlılığı karşında şaşırdığını fark ediyoruz. Bu kararlılık karşısında kendisi de kralın evindeki kararlar kapısından çıkarak bir daha geri dönmemecesine tekneyi almaya giden adamın peşine düşer. Artık kralın evinde paspas yapmaktan sıkılmıştır ve bu adamın sayesinde belki de yeni bir şeyler yapmak istediğini keşfederek bir yola koyulur. Tek yapabileceği iş temizlik değildir, aslında çok daha fazlasıdır ve bu kararlı adam bir anlamda onun kendisinin farkına varmasını sağlamıştır. Hikâye ilerledikçe pek çok şeyi kolayca çözebildiğini de fark ettiğimiz kadın karakter için yeni bir başlangıç söz konusudur. Kararlar kapısından geri dönüşün olmaması başta enteresan gelse de aslında gerçek yaşamda da çoğu zaman alınan kararın telafisi olmayabiliyor, özellikle hayatı değiştirecek keskin kararlar alırken.


Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin.


Biraz düşününce tıpkı kralın evinde olduğu gibi gerçek yaşamda da dilekler, kararlar ve armağanlar kapıları olduğunu fark edebiliriz. Her ne kadar kafamıza esip kendisinden bir şeyleri istemeye gidebileceğimiz bir kral ve dilek kapısı olmasa da yaşamda da durup düşünecek ve ne istediğini anlayacak farkındalığa sahip olunca önce istediğimizi sembolize eden bir dilekler kapısı, sonra buna dair alınan kararları anlatan bir kararlar kapısı ve son olarak da, eğer şanslıysak armağanlar kapısına ulaşabiliyoruz. Fakat yazarında söylediği gibi aslında “Mühim olan varış değil, gidiş.” Yani sonucunda elde edilen her daim bir armağan olmasa da, sürecin kendisini bir armağan gibi görmek yaşama uyum sağlamayı kolaylaştırıyor.


Finale doğru, teknedeyken denize açılmasına yardımcı olacak kimseyi bulamayan adamın yanında, yalnızca kadın karakterin olduğunu görürüz. Teknenin içindeyken ona ait terimlere bile hakim değillerken bir araya gelip bir yola koyulmuşlardır kendileri de dahil birbirlerini de tanımazken. Burada kendisiyle ilgili herhangi bir değişiklik olmayan tek karakter kral olacaktır. Her ne kadar kapısında bekleyen adamı şartlar uygun olmadığından kral koltuğunda karşılayamasa da bu durum onun için ufak bir aksilikten öteye gitmez. Her gün armağanların yağdığı bir evde hayata dair bir arayışa girme ihtiyacı hissetmez kral. Okuyucu ise bir bilinmezin içinde, akıllarda nerde bu bilinmeyen ada diye söylenir ve başroldeki kadın ve erkeğin ne yaptığını merak ederken cümlede bulur kendisini;


Güneş doğar doğmaz, adam ve kadın kalkıp dışarı çıkmışlar, pruvanın iki yanına teknenin henüz sahip olmadığı ismi yazacaklarmış, beyaz harflerle. Öğlene doğru, cezirle birlikte, Bilinmeyen Ada nihayet denize açılmış, kendini aramak amacıyla.


Her ne kadar karanlık ve uçsuz bucaksız olsa da deniz, üzerinde masmavi bir gökyüzü uzanır herkes için. Ve böylece sonunda ne olacağını bilmediği, hatta denize daha önce açılmayan karakterin kendini keşfetme süreci de ancak böyle bir maceraya atılarak gerçekleşebilir, her türlü karanlığa rağmen adım atmaktan korkmayarak. Çoğu insanın huzurunu bozmamak adına reddettiği bu yolculuk, başta erkek kahraman olmak üzere, artık aynı şeyleri yapmaktan sıkıldığını fark eden ve yeni bir şeyler yapmak için adım atan kadın karakterin bir araya gelmesiyle şekillenecektir. Ve başından beri okuyucuya varılmak istenen bir yer gibi görünen bu adanın aslında yolculuğa çıkmalarını sağlayan tekne yani kendileri olduğunu anlarız finalde. Tıpkı gerçek yaşamdaki gibi belirsizlikler denizinde ilerledikçe keşfedeceklerdir hem kendilerini hem de yaşamı ve onun getirdiklerini.


*Kaynak:

https://www.cins.com.tr/2020/09/jose-saramago-tarafsiz-ve-objektif-bir-anlatici-fikrine-karsiyim/