Elinde bir demet papatya vardı. Rüzgar savururken saçlarının buklelerini hoyratça, yüzünde belli bir pembelik oluştuğu aşikardı. Papatyalar beyazdı, tıpkı yürümeye çalıştığı karla kaplanmış kaldırımlar gibi... Cebinden hayli yüksek sesle çalan telefonunu çıkarmak istedi fakat yürümekte bile bu kadar zorlanıyorken bunu yapmak hiç kolay değildi. Arayanın kim olduğunu düşünmeden edemedi. " Ya işten aranıyorsam!" diye düşündü ve o an bacaklarının istemsizce titrediğini ve 41 numara botlarının içinde ayak parmaklarını ne kadar sıktığını, acımasıyla anlayabildi. Telefona bakmalıydı, öyle hissetti. Bir şekilde ulaştı ve açtı o telefonu. Babasıydı telefondaki. Özlemişti onu sadece, sesini duymak istemişti. Papatyalı kızda çok özlemişti babasını, ama sanki kendisi bir baba gibi belli etmemeliydi sevgisini. Çünkü sevgi belli edilince karşı taraf için kullanılacak bir silah oluveriyordu. En azından o öyle düşünüyordu. Telefonu kapattıktan sonra “onu” düşündü. Nerde olduğunu, neler yaptığını, nasıl olduğunu, kendisini düşünüp düşünmediğini ve daha bir çok şeyi. Düşündükçe kötü hissetti. Düşünmemek için yolun kenarındaki peynirciye girdi. Peyniri çok severdi.