Uyandı. Küflü, basık tavana anlamsızca baktıktığı kendisine saatler gibi gelen kısacık bir andan sonra nihayet doğrulmaya karar verdi. Tavandan gözlerini ayırdı, yastığını demir yatak başına doğru kaldırdı ve bir süre sırtını yasladı. Bacaklarında yayılan sıcaklık dalgası onu yatağa çivilemek ister gibiydi. Gözleri kapalı, arkasına yaşlanmış halde bir süre öylece bekledi. Göz kapaklarının ardından uzanan eller onu sonsuz karanlık boşluğa çağırıyorlar ancak pencereden sızan ışık elleri bir bir yakıp kavuruyordu. Evet kalkmalıydı ama yine de doğanın bu silahına yardımı için minnet duyacak değildi. Gün ışığının onun için cennetten düşermişçesine tatlı bir hissiyatı yoktu. Penceresinden sızan ışık onu işe çağıran bir haberciydi ve aldığı bu çağrıya gözlerini açarak uymaması mümkün değildi.  


Karşısındaki duvarda eski bir saat asılıydı. Tik taklarına kaydettiği onca zaman içinde siyah boyası boyalası dökülmüş bu yuvarlak alet 06.20'yi gösteriyordu. Akrep ve yelkovanın yardımıyla yataktan çıkmayı başardı. Hem de ne çıkış! Kutup gibi soğuk ve şiddetli. Önce bir şeylere vurmayı keşfettiğinden beri sürdürdüğü alışkanlığı ile battaniyesini tekmeleyerek üzerinden attı, sonra da ayaklarını yataktan aşağı sallandırdı ve tabanlarında hissettiği soğukluğun etkisi ile olsa gerek bir anda bacaklarındaki görünmez çivilerden kurtulup dikeliverdi. Işık, saat ve soğuk karoların göz kapaklarına komplo kuran bir çetenin üyeleri olduklarını düşündü. 


Aradan yirmi dakika geçtiğinde üç gün sonra tıraş olmuş, odasına çeki düzen vermişti. Uykusu boyunca aylardır kadın yüzü görmemiş bir denizcinin karadaki ilk gecesinde, hiç de kutsal sayılmayacak ayininindeki aç hallerini çağrıştırırcasına içinde debelendiği yatağı şimdi hiç bozulmamış gibiydi. Az önce şiddetle patakladığı battaniyesini de nazikçe katlamıştı. Tıpkı aynı denizcinin sarhoş ve hoyrat akşamının ardından gelen sabahta kadınına gösterdiği sahte nezaket gibi bir nezaketi esirgememişti battaniyesinden. Günlerdir pervane gibi dönüp durduktan sonra biraz uyuma şansı bulmuştu. Ancak uyandığında üniversitenin ardından hasbelkader girdiği kamuflajlı adamların dünyasında bir askerdi tekrar. Farklı bir terbiyeyi kısa zamanda içselleştirmişti ve güne başlamanın dahi birtakım sorumlulukları beraberinde getirdiği gerçeğine alışmıştı.


Birkaç dakika içerisinde giyinip odadan ayrılması gerekiyordu. Altın sarısı düğmeleri, haki ceketinin iliklerinden geçirmeye çalışırken elleriyle balık tutuyormuş gibi hissediyordu kendisini. Üstelik her gün aynı saatte bu ayini tekrar etmek zorundaydı. Denizcininki kadar şehvetli olmasa da en azından daha ulvi bir ayindi onunkisi. Buram buram görev ve adanmışlık ile tütsülenmiş bir ayin. Kravatını düzeltip kepini başına yerleştirdiğinde hazırdı. Dimdik duruşu ve soğuk görüntüsü ile ona ilkokul öğretmenini hatırlatan boy aynasının önünde kendisine son bir kez baktı. Bu kısa anda aynadan silindiğini fark etti. Yakışıklı görüntüsü yavaş yavaş değişiyor, yüzü adeta mum gibi eriyerek tanınmaz bir hal alıyordu. Öğretmeni ona tanınmaz bir sureti yansıtıyordu şimdi. Yeşil üniformadan kendisine bakan bulamaç, ona korkutucu geldi. Tüylerinin diken diken olduğunu hissediyor, gördüğü manzara karşısında düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu. Öğretmenin zihninden de böyle silinmiş miydi? Sınıfın haylaz çocuğu dik duruşlu, soğuk ihtiyarın zihninde de böyle akışkan bir golem gibi mi yer etmişti? İhtiyar bu yaratığın hatırasını ne kadar taşımıştı? Öğretmenin zihninde silindiği gibi, öğretmen de dünyadan silinmiş olmalıydı. Kendisi de mum gibi eriyerek en sonunda silinecek miydi? Ondan geriye bir şeyler kalacak mıydı, yoksa insanların zihninde de cismini yitirmiş çarpık bir hatıra mı olacaktı? Neden olsundu ki, kendisi öğretmeni hatırlıyordu işte. Hatırlıyor muydu gerçekten? Aynaya daha dikkatli baktı, çamurdan golem şimdi kolalı beyaz gömlek ve lacivert ceketinin içerisinden ona bakıyordu. Unutmak, unutulmak, unutmak, unutulmak... kelimeler adeta birer ses olup beyninde girdaplar misali dönüyor, kaostan beslenen bir vals yapıyorlardı. Bir ara tökezlediler, asker o anda irkilerek kendine geldi. Aynada son defa kendine baktı. Haki üniformanın içerisinde, kepinin altından yakışıklı yüzü kendisine bakıyordu. Kişiliksizler içinde bir kişi, ölüler arasında bir canlıydı. Elini az önce gördüklerinden tedirgin olmuş halde yüzünde gezidirdi. Avuçlarına baktı, çamur bulaşmadığını görünce rahatladı. Parmak uçlarına bulaşan kişilik kalıntılarını göremedi. 


Öğretmeniyle vedalaşıp kapıya doğru yönelmişken bacağını çelik masanın köşesine çarptı. Şiddetli bir buluşma olmuş, birbirine sürten iki jeolojik levhanın yarattığı enerji misali açığa çıkan acı hissi beynine ok gibi saplanmıştı. Kendi tek kişilik depreminden orta hasarlı ve bol küfürlü olarak sıyrılıp hızla odasından çıktı. Uyarı levhaları ile dolu koridoru geçip koridoru merdivenlerden ayıran demir parmaklıklı kapıya ulaştığında yukarı çıkan üstlerinden birine rastladı. Onu selamlayıp yol verdikten sonra kendisi de aşağı doğru yoluna devam ederken selam alıp verme ritüellerini sürdürdü. Merdivenleri bir bir inerken er ya da geç ölmeye yürüyordu. Ölüm söz konusu olduğunda suçunu inkar eden hırsızlar gibiyiz, diye düşündü. Suç üstü yakalanan hırsızların çaldıklarını kabul etmedikleri gibi, kimse öleceğini de kabul etmiyor. Parmak uçlarına bulaşan kişilik tortularını fark etmediği gibi, bu düşüncelerin eskiden olduğu adamın gittikçe uzaklaştığı geçmişinden kendisine son seslenişleri olduğunu da fark etmedi. Golem onu bir miktar şüphelendirmiş, ölüm hakkındaki bu tek kişilik felsefi tartışma bir gariplik olduğuna dair şüphesini katlamıştı aslında. Yine de olsa olsa açlıktandı tüm bunlar. Karnını doyurduğunda çamur suratı çoktan unutmuş olacaktı. Unutmak, unutulmak ve ölüm içinse düşünmeye dahi değmezdi. Bulunduğu yerin birkaç kilometre ilerisinde her gün binlerce genç erkek bunları tekrar tekrar yaşıyor ve yaşatıyordu birbirlerine. Görev ve sonuç, işte her şey bundan ibaretti. Bir tepenin alınması gerekir, bir pusu kurulacak ya da bir köprü uçurulacaktır. Birileri bunları yapmalıdır ya da başka birileri, ne farkeder ki. Önemli olan görevdir. Görev görevdir işte, bu kadar basit! Öyle midir sahiden? Adam kafasının içinde bir ses duyar gibi oldu. İrkildi.


Nihayet iki kat aşağıya, girişteki büyük salona indiğinde ayakları yavaşladı. Çok da uzak olmayan bir geçmişte çini vazoların, antika eşyaların ve altın varaklı çerçeveleriyle pastoral resimlerin her köşesini kapladığı geniş salon buraya ilk adım attığından oldukça farklıydı artık. Şimdi vazolar kaybolmuş, yerlerini mühimmat sandıkları almıştı. Antikaların yerindeyse çuvallar ve konserveler vardı. Her yandan geçen kablolar, tabloların önünde karanlık bir manzara çiziyorlardı. Çizgiler cepheden gelen bilgileri üst kata muhaberat görevlilerine aktarıyordu. Asker de onlardan birisiydi, bir muhabere subayıydı. Ancak o gün cephenin gerisinde sahip olduğu nadir izinlerden birinin tadını çıkartmak için kendisini karargahın dışına atmak üzere karmaşanın arasından hızla geçerek giriş salonunun tahta kapısına yöneldi. 

  

Arnavut kaldırıma adımını atmıştı ki gömlek yakasının boynunda yarattığı lanet kaşıntıyı hissetti. Savaş zamanının izinleri bir acayipti. Görevi her zaman üzerinizde taşıyordunuz, dolayısıyla üniformayı da taşımalıydınız. Yine de birkaç saat için cevap vermesi gereken yüzlerce çağrı, iletilmesi gereken binlerce emir, oturduğu yerde terleyen bir kıç yoktu. Ilık bir gündü, yağmur da yağacağa benzemiyordu üstelik. Pantolonu kuru kalabilirdi ve bunun için oldukça sevinçliydi. 

  

Blok boyunca aşağı yürüyecek, ana caddeye çıkacaktı. Sonra bir tramvaya biner, rıhtım caddesine inerim diye düşündü. Bir şeyler yer ve sinemaya gidebilirim, diye alelacele bir plan yaptı. Film izlemeyeli epey olmuştu. Ağustos böceği olduğu eski günler boyunca iyi bir gitarist olamadı asla fakat iyi bir izleyiciydi daima. Bir arkadaş toplantısını anımsadı. Ufak bir dairede otel odasından hallice bir odada sıkış tepiş on, on iki kişilik kızlı erkekli bir gruptular. Ünlü bir yönetmenin kült filmlerinden birini izlemiş, kritiğini yapıyorlardı. O gün arnavut kaldırımda yürürken olduğu gibi geçmişte tartışırken de acıktığını hissediyordu. Mutfaktan elinde bir sandviç ile döndüğünde felsefi bir tartışmanın ortasında buldu kendini. Filmin felsefi temelleri vardı, bu yüzden tartışma da bu noktaya taşınmıştı. Felsefeyi severdi, sandviç karnını nasıl doyuruyorsa felsefi tartışmalar da sonunda cinsel açlığı bastırırdı. O zamanlar içinde bulunduğu ortamın yazılı olmayan kuralıydı bu. İsimlerini bilgiç bir edayla ve zikrettikleri, asla tam olarak bilmedikleri görüşlerini tumturaklı cümlelerle sundukları ve tam anlamadıkları felsefeciler gibi davrandıkları müddetçe yine denizcilerinki kadar hoyrat olmasa da, maceralı geceleri oluyordu. Hatta bunun için bir formül bile üretmişti zihninde. "Kimsenin asla tam olarak anlamlandıramadığı şeyleri, kimsenin anlamayacağı şekilde anlatmak her kapının anahtarıdır." derdi. Aslında her şeyi bir sihirbazlık numarası gibi görüyordu ve kendi abrakadabrasını icat etmişti. İllüzyona felsefi bir şekil vermişti ve kimse anlamamıştı. Böylece o tartışmalı günün gecesinde de sihrine duyulan hayranlıkları kabul etti. Ertesi gün hormonları tok, karnı yine açtı. 

  

Açlıkla başa çıkmak zordu, tramvaya binmeden önce bloğun köşesindeki şarküteriye bir ziyarette bulunmaya karar verdi. Burası iki bölümden oluşan eski bir dükkandı. Maviye çalan soluk çerçeveli vitrinden içeri bakınca ilk göze çarpan çeşitli etler, fümeler, peynirler ve daha niceleriyle donatılmış uzunca bir bar, ahşap kaplı duvarlar, iki küçük masası ile bir sandviç dükkanı idi. Dükkânı asıl ilginç kılan ikinci bölümüydü. Mekânın tam da yarısından itibaren ahşap yerini her yeri kaplayan bembeyaz fayanslara, camlı dolap ise soğuk beyaz mermerli bir tezgaha bırakıyordu. Ön tarafta caz dinleyerek sandviç yerken, kasapta ayrılan etler, kırılan kemikler, tezgaha kopan her gümbürtü savaşı radyodan dinlemeyi çağrıştırıyordu. Ölümün ağırlığı muhattabın duruma yakınlığına göre değişir. Bu mekan da böyle bir ders almak için ideal bir yerdi ancak sandviçini yiyen kimsenin böyle bir derse ihtiyacı yoktu zira fayanslara arkalarını döndükleri anda konu onlar için gayet hafif ve sıradandı. Ne var ki asker o kadar şanslı değildi. Oturduğu sandalyeden beyaz önlüğü terden vücuduna yapışmış Azrail'in maharetini, gösterisini izlemek durumunda kalmıştı. Azrail'in garip bir kişiliği vardı. Büyükannesinin zamanında askere anlattığı gibi sessiz sessiz gelen bir varlık değildi bu Azrail. Büyük hareketleri vardı, etlere darbe indirirken sanki bir merasimi idare eder gibiydi. Arada alnına düşen yağlı saçlarını yana atıp işine devam ediyordu. Koluna garip bir pazuband takmıştı adam, asker buna da bir anlam vermedi.


 Kasap bir yandan kıyma makinesini çalıştırmış, diğer tarafta tezgaha yaydığı etleri döverken kapı açıldı. İçeriye tekerlekli sandalyesiyle şık giyimli bir adam girdi. Yanında sandalyeyi iten bir başkası daha vardı. İkinci adam geniş gövdesi, bos bıyıkları ve kaba saba halleri ile ilkinin zıttı gibiydi. İki adam ve kasap bir şeyler konuşuyorlardı ki içeriye üçüncü biri daha girdi. Üçüncü adam da cüsseliydi fakat ikincisinin aksine daha gün görmüş ve centilmen bir havası vardı. Ne konuştukları meçhuldü fakat üçünün de yağlı müşteri olduğu belliydi. Nitekim bu garip grubu izleyen asker haklı çıktı ve üç adam da ağzına kadar dolu kese kağıtları ile kasaptan ayrıldılar. 


Asker sandviçini bitirmek üzereydi ki dışarıdan gelen coşkulu sesleri fark etti. Dükkanın önüne çıktığında yol boyu uzanan bir geçit töreniyle karşılaştı. Bir yılan gibi uzanan kortejin en önünde atlı tören birlikleri ilerliyordu. Öylesine büyüleyici bir tesirleri vardı ki yolun iki yakasını dolduran kalabalık bu heykel misali, vakur görünüşlü adamları seyrederken o an ne istense yapacak varlıklara dönüşmüştü. İnsanlar izledikleri manzara karşısında iradelerini görünmez bir sunağa bırakıyorlardı. Topluluğun tüm üyeleri birer kuklaydı artık. Atlıları bir bando takımı izliyordu ki onlarda kuklaların hareketlerine biraz ritim katmak için oradaydılar sanki. Daha sonra çeşitli sınıflardan askerler geçmeye başladı. Denizciler, piyadeler, topçular... Hepsinin gözleri tek bir yere odaklanmıştı. Son asker de önlerinden geçtiğinde kuklalar bu çelikten kütlenin arkasına takıldı ve hep beraber şehrin meydanına doğru ilerlemeye başladılar.


Çelik kütlenin habercisi asker de kenarda bu gösteriyi seyredereken kuklaların arasından sıyrılamadı. İkarus değildi, kanatları da yoktu onu çeken kukla selinden kaçamadı. Asker kuklaların arasında ilerlerken artık meydanın hemen karşısındaki görkemli platformu görebiliyordu. Bir anda olduğu yerde donakaldı. Coşkulu kuklalar ona çarparak aşağı doğru akmaya devam ederken o gördüğü şeyin gerçekliğinden şüphe ederek gözlerini ovuşturdu. Meydanın başına inşa edilen dev platformun üzerinde üç adam ellerinde kese kağıtları ile ateşli konuşmalar yapıyorlardı. Askerin şaşkınlığı meydanın girişinde kıyma makinesinin kolunu hızlı çeviren ve çevirdikçe de bir dev boyutuna ulaşan kasabı fark ettiğinde iyice arttı. Çelik kütle meydana ilerledikçe bir damızlık sürüsüne dönüşüyordu adeta. Meydana önce atlılar geldi ve nal sesleri kesildi. Derken bando sustu ve uygun adım bitti. Üçüncü adam purosundan bir duman daha çekerken yerdeki kan ve et yığınına baktı. Kasap da aşağıdan üç adama bakıp eserini nasıl bulduklarını anlamaya çalışıyordu. O anda ikinci adam meydana inen yolda küçük haki renkli noktayı fark etti. 

  

Asker ikinci adamla göz göze geldiğinde geriye doğru koşmaya başladı. Durmadan koşuyordu, arkasına bakmıyordu bile. Yokuşun başına tekrar geldiğinde takati kalmamıştı. Elinin tersi ile alnındaki teri sildiğinde bu kez kişilik kalıntılarını fark etti. Savaşın ona neler yaptığını fark etti. Tekrar koşmak istediğinde yokuşun sonsuzluğa uzandığını dehşetle kavradı.


Uyandı... Çığlık çığlığa bağırıyordu. Elleri hastane yatağının demirlerine bağlıydı. Başındaki doktor ifadesizliğe çalan bir kederle hemşireden bir doz daha sakinleştirici yapmasını istedi ruhunu savaşta kaybetmiş bu genç askere. Öyle ya kimisi hayatını, kimisi uzuvlarını, kimisi de aklını bırakıyordu cephede. İlaç askerin damarlarına gezinmeye başladığında genç adam 6.20'de uyandı, üniformasını giydi ve öğretmenine benzettiği boy aynasında yakışıklı yüzüne baktı.