Kamyondaki son un çuvalını görünce gözlerinin içi gülmeye başladı. Yaklaşık bir saattir altında ezildiği yüzlerce çuvalın sonuncusunu sırtına aldı. O son çuvalı, sanki diğerlerinin intikamını almak istiyormuş gibi sertçe yere attı. Ellerini, altın kemeri kazanan bir boksör gibi kaldırdı ve zaferini bütün çuvallara ilan etti. Hemen çeşmenin başına koştu, bol suyla önce elini yüzünü yıkadı. Sonra ıslattığı elini üzerine vurarak tozunu toprağını attı. Keyifli bir Karadeniz türküsünü mırıldanarak doğruca malum yere gitti.


İçeri girdiğinde patron deri koltuğunda hareketsizce oturuyordu. Öyle görünce türküyü yarıda kesti ama söylenmeye devam etti: “Bu sefer olmaz, bu sefer olmayacak!” Ofisin çürümeye yüz tutmuş tahtaları her adımda insanın içini bayan bir sesle gıcırdıyordu. İki üç adımdan sonra tam karşısında durdu. Ellerini göbeğinin altında birleştirdi. Kafasını eğdi, ayaklarının dibinde tahtanın arasından çıkan böceği göz ucuyla takip etmeye başladı. Ayağının etrafından dolanan böcek, kendisine doğru gelince onu ezdi. Birkaç dakika böyle devam etti ama patrondan hâlâ bir ses seda yoktu. Bir süre sonra patron ağlamaklı bir ses tonuyla, cüssesinden beklenmeyen bir şekilde dudakları titreyerek konuşmaya başladı:

“Evladım, suyunu içtin mi?” İşte tam da bundan korkuyordu. Bu sanki birazdan olacakların habercisi gibi bir sözdü artık. Yine bir çıkmaza düştüğünün farkındaydı. Her defasında buna yenilmenin verdiği ezikliği ayak uçlarına kadar hissediyordu. O da kendinden beklenmeyen bir sesle cevap verdi: “Yok efendim, daha değil.” Sanki sesi çıkmamıştı da kendi kendine konuşmuştu. Bunu duyunca patronun gözleri bir anlığına parladı. Hemen peşine aynı ağlamaklı sesle ekledi: “Otursana evladım, önce suyunu iç bir hele!” On beş-yirmi saniye bir tereddütten sonra yine her zamanki yerine oturdu. İçinden daima konuşuyordu. “Bu sefer hakkım olanı alacağım!” Bütün iç sesinin özetiydi bu cümle. Patron masasının hemen yanından çıkardığı bir şişe soğuk suyu bardağa doldurup verdi. Bardağı almasıyla içmesi bir oldu ve içindeki bütün sesler bir bardak suyun içinde çırpınarak can verdi. Suyu içtikten sonra rahatladığını gören patron, masanın üzerine koyduğu bir çanta evrakı karıştırarak konuşmaya başladı:

“Saat oldu on bir efendi! İki saat sonra Ankara’daki büyük firmaya şu kadar milyon transfer edeceğim. Ondan bir saat sonra İstanbul’daki büyük firma para bekliyor. Saat üç dedim mi zaten asıl sıkıntı o zaman başlıyor. Bunların bağlı olduğu Almanya’daki en büyük firma para bekliyor. Bugün hepsini halledebilir miyim dersin?” Soru sormuştu ama cevabını almak istediği türden bir soru değildi bu. O yüzden fırsat vermeden devam etti: “Ne o yüzünün hâli, inanmıyorsan al kendin bak!” Önündeki kâğıtların hepsini, sinirlenerek masadan aşağı attı. O sırada hâlâ konuşuyordu. “Bunlarla bitiyor mu dersin, akşam hanım evde bekliyor.” Kâğıtların birkaçı onun önüne düştü, birini eline alacak oldu ki patron iyice sinirlendi:

“Bir de utanmadan bakacaksın ha? Bu yaşa gelmişim, sana yalan mı söyleyeceğim? Utanmıyor musun bana iftira atmaya?” Cevap vermesine fırsat vermeden sürekli konuşuyordu. Bağırıyor, çağırıyor; sinirden renkten renge giriyordu. Bu işin nasıl olup da sürekli böyle sonuçlandığına bir anlam veremedi. Bu yaşta bu kadar lafı duymanın ağrına gideceğini düşündü. Olan olmuştu yine. O yüzden ağzını bile açmadan arkasını döndü. Geldiği yere doğru gerisin geri yürümeye başladı. Doğruca depoya, çuvalları taşıdığı yere indi. Üstünü değiştirdikten sonra, indirdiği çuvalların az ilerisinde duran on kiloluk çuvallara doğru yürüdü. Tereddütsüzce birini kaptı. “Dinsizin hakkından imansız!” dedi. Yine arkasına bakmadan gerisin geri yürüdü.


O sırada patron, yere dağılan yıllanmış evrakları topluyordu. Bütün evrakları toplayıp dosyaladıktan sonra deri koltuğunu döndürerek güldü. Masanın altından çıkardığı ikinci bir şişeyi açıp kendine bir bardak soğuk su koydu.

 


Ekim 2020/Taşlıçay