Şeytana selam verilerek başlayan hikâyeler cehennemde biter.

 

 


Seni yakıştırdığım şarkıların yankısı altında, parmaklarımda sızım sızım sızlayan sigaramla bir ahlaksız yağmurun dinmesini bekliyordum. Tabanlarımdaki yangın, başımdaki ağrı, gözlerimdeki kaos ve aptallığımda yoğurduğum; unutulmak için çırpınan anılarla kendi içimde kendime ördüğüm kalın duvarların dibine sinerken ince bir çığlığın ürperttiği tüylerim, namludan saniyede 365 km hızla harekete geçen bir mermi gibi arka sokağa fırlattı beni. Öylesine plansız, amaçsız, rastgele…


Sokağın başındaki mazgaldan içeri dökülmek için izdiham yaratan yağmur damlalarının oluşturduğu birikintide boy verirken botlarım, keskin kömür kokusu burun deliklerimi kılıçtan geçirdi. Soluk sarı sokak lambasının tam dibinde şeytan, vazife yürütüyordu. Bir güzel manzaraya hasret kalmış gözlerim, çüklerine kondom takmaktan imtina etmiş üç babanın hödükten olma, garibandan doğma, aslan oğullarının tekmeleri altında çırpınan kadını gördü. Simsiyah saçları yüzündeki yaralardan fokurdayan kana yapışmış kadın, tek gözüyle bana bakıp adımla sesleninceye kadar anlamadım kim olduğunu. Hayatım boyunca bir narı tanelerine ayırıp bana yedirecek kadar beni seven iki kadından biriydi o. Aynı zamanda kendi kızımı öldürmeme sebep olan kadın: Annem.


Onu o hâlde görünce vicdanımı boğan acılar doldu içime. Kilitlendim. Bir ışık hüzmesi altında rahmetli kızım belirdi gözlerimin önünde.


“Ona acıma baba! Onun yüzünden elini tutamıyorum artık. Onun yüzünden öldüm ben baba!”


Tam o an çok canım acıdı. Ağlamaya başladım. Fakat eminim yüzümden asla anlaşılmıyordu ağladığım. Çünkü ahlaksız yağmur damlaları, yuvalarından çıkar çıkmaz derdest edip bilinmezliğe kaçırıyorlardı gözyaşlarımı. Bir an için istemsizce kızıma uyup bütün inançlarımdan, geleneklerimden, hislerimden sıyrılıp annemin tekmeler altında ezilmesinden, yerlerde sürüklenmesinden haz duydum. Fakat bu haz, içimi daha da beter bir acıyla doldurdu. Neden sonra annemi saçlarından tutup sürükleyerek bana doğru getirmeye başladılar. Katettikleri her adımda içime hayatımda duymadığım korkular doldu. Gitmek, kaçmak istedim. Hatta yok olmak istedim ama olmadı. Ayaklarım yere mıhlanmış gibi tek bir adım dahi atamadım. Bağırmak istedim, sesim sadece içime büyüdü. Kulaklarıma yağmurun isyanından ve annemin haykırışlarından başka hiçbir ses değmiyordu. Annem saçları yolunarak, dizleri parçalanarak bana yaklaştırıldıkça hayatım boyunca soluduğum nefeslerden bile nefret ettim. Aradaki mesafe hiç bitmesin istiyordum. Ne yazık ki çok uzakta değillerdi. Ben hayattan bir dakika bile çalmadan annemi ayaklarımın dibine attılar. Türlü küfürleri -ağızlarındaki tükürük damlaları ahlaksız yağmura hizmet edecek derecede yakından yüzüme saçılırken- benim şahsımda yedi sülaleme savurdular. İstediğim tek şey o anın bitmesi, o adamların gitmesi, arkamı dönüp koşarak annemin görüş açısından çıkmaktı. Zaman durmuştu. Hissettiğim şey: O adamlar hayatımın geri kalanında, o yağmurun altında, bana o vaziyette küfür edecekler; annem canını ayaklarımın dibinde verecek ve ben oraya mıhlanmış halimle bir heykel gibi sonsuza kadar olduğum yerde duracaktım.

Ben bunları hissederken adamlardan en çirkin olanı ağzını yayarak konuşmaya başladı:

“Bir dakika ya! Bir dakika ağabey! Ben bu piçe ayar oldum.”


Algılarım kapanmıştı. Niye böyle bir çıkış yaptı, bahsettiği piç kimdi, lafları zihnimin duvarlarına çarpana kadar anlamadım.


“Herifin anasını dövüyoruz, yedi sülalesine sövüyoruz, herif mal mal suratımıza bakıyor. Ulan adam en azından birimize vurmaya çalışır, ulan hadi ona götü yemiyor, açar ağzını o da bize küfreder. Ne biçim erkek ulan bu?”


Yaşananların paçasında sakladığı çakının ucu sinir uçlarımı dürtünce o an için dünyayı gözümden ve zihnimden silen bir uğultu benliğimi zimmetine geçirdi. Sanki beynimin kıvrımları birbirinden ayrılmış; kara, kızgın bir tavada kavruluyordu. Adam konuşmaya devam ediyordu ama uğultu onu duymama izin vermiyordu. Sarkmış kepçe kulakları tüm ciddiyetini bozan bu adam sararmış dişleri, birbirine karışan sakallarıyla yalnızca bir pantomim sergiliyordu karşımda. Aniden içime bir öfke doldu. Vücudumda klasik müzik eşliğinde nazlı nazlı süzülen kan, birden bir rock konserinde coşan kalabalık gibi damarlarımı yırtmak istercesine bir hızla turlamaya başladı. Yumruğumu sıktım. Soğuktan kaskatı kesilmiş parmaklarım çatırdadı. Tek istediğim karşımdaki bu iğrenç herifin yayı bozulmuş çenesine bir yumruk geçirmekti. Geçirdim.



Bir ıslaklık, bir sıcaklık... Sol gözümün kirpikleri kirli bir suyun içinde ahenkle dans ederken siyah pantolonumun sağ bacağını bozartıyordu güneş. Bilincim yatağından ağır ağır kalkıp tahtına kuruldu. Sol gözümü açmak oldukça kötü bir fikirmiş gibi geldiğinden usulca araladım sağ gözümü. Bir sessizlik pusu atmıştı etrafa. Sanki dünyadaki tüm canlıların canı alınmış gibi bir sessizlik... Bir kan pıhtısı suyun üzerinde zarif bir balerin gibi süzülerek gözümün önüne geldi. Durdu. Bana orada ne işim olduğunu hatırlattı ve aynı zarafetle süzülmeye devam etti. Vücudumun her zerresinde duyduğum acı beni derin düşüncelere sevk etti. Hissetmenin insan için iyi mi yoksa kötü mü olduğunu düşündüm. Elbette acıları hissetmek hiç hoş değildi. Peki, ya güzel hisler? Onlar da bizi hayata bağlayan şeyler miydi? Mesela birinin sevgisini hissetmek kötü olur muydu hiç? Kararımı verdim. Ne olursa olsun hissedebilmek, iyisine kötüsüne bakılmaksızın büyük lükstü. Hayatı anlamlı kılan hislerimizdi belki de. Sıcağı, soğuğu, ıslaklığı, rüzgârı hissetmek... Acıları hissetmek, sevgiyi hissetmek, tehlikeyi sezmek... Büyük nimetti. Herkes bir noktada hissetmeye başlar ve hayatı hissetmekle geçerdi. Fark: Duyularımızın emekçi olduğu kendi küçük dünyalarımızda gizliydi. Kimi bir komando olarak Zap Suyu'nun kenarında vatan korurken iliklerinde hissederdi soğuğu, kimi kayak yaparken bir kış tatilinde. Kimi Miami sahillerinde tadını çıkarırdı sıcak havanın, kimi Afrika'da susuzluktan yanan ciğerlerinde büyütürdü güneşi. Kimi üç günlük dünyada 70 sene aşk yaşarken kimi kalbini verirdi sevgisizliğe. Işıltılı hayatlarda kolaydı hissetmek ve şükretmek. Ama bazı hayatlar insanı keşke hislerim olmasaydı noktasına getirirdi. Bazı hisler deliydi ve delirtirdi. Evlat acısı mesela... Keşke yok edebilseydim bu hissi.

Sağ gözümle dalıp gittiğim su birikintisinde sessiz bir dalgalanma oldu. Bir rüzgâr, çekinirdi bu sessizlikten. Bir can vardı benden başka. Bir inleme... Tonlarca ağırlıktaki başımı güç bela çevirdim arkaya. Benimle aynı su birikintisinde sırtüstü yatmış olan annemi gördüm. Yüzü, onu tanıyamayacağım kadar yaralıydı. Üstü başı yırtık... Onunla aynı su birikintisinde yatmak garip hisler doldurdu içime. Ah yine hisler... Çocukluğumu hatırladım. Canım, annemin koynunda yatmak istediğinde özgürce yatabildiğim zamanları hatırladım. O zamanları özlediğimi... Aniden utandım kendimden. Tiksindim hatta. Bu kadınla ilgili herhangi bir şeyi özlemek, onun annem olduğunu hissetmek beni boğuyor; ruhuma tecavüz ediyordu. Kızıma ihanet sayıyordum bunu. Bu garip ihanetin acısıyla ellerimi suyun içine batırdım. Zayıf kollarımı dikip doğrulmaya çalıştım. Sanki bütün kemiklerim kırıktı da ben zorluyordum. Zorladım. Tam doğruldum derken az önce ölü gibi yatan kadın inanılmaz bir çeviklikle ayağa kalktı, göğsüme tekmeyi vurup beni düşürdü ve üzerime kapanıp beni boğmaya başladı.


“Senden nefret ediyorum oğlum. Kızından da. Karından da. Babandan da. Hepinizden nefret ediyorum!”


Gırtlağıma çökmüştü. Kolları bir kadına göre çok güçlüydü. Karşı koymayı aklımdan bile geçiremiyordum. Sanki irademi de boğuyordu ve ben düşünemiyordum. Nefesimin son raddesine geldim. Ruhum, pislik bedenimi terk etmek üzereydi. Ölüme yakın olmak kızıma yakın olmak demekti. Üzülmedim. Gözlerine odaklandım. O da ne! Gırtlağıma çökerek ruhumu boğan bu kadın annem değil kızımdı. Annemin bedeninde kızımın yüzü… Gülümseyerek boğuyordu babasını. Uyandım.




Geçmiş Hep Uzaktır



Bir floresan cızırtısı, soluk gün ışığı, tanımadığım bir oda, kolumda bir serum iğnesi... Odadaki kesif kokudan anladığım üzere bir hastanedeydim. Hastanelerin hikayesi karmaşık bir kokusu vardır. Nice cesetlerle harmanlanmış, nice çok şükürlerle tütsülenmiş, derin bir koku. Tutam tutam acılar, sancılar, şifalar, kayıplar, ağlamaklar, sevinmekler, şükürler sinmiştir hastanenin duvarlarına ve içimize çektikçe bu derin kokuyu, hiç bilmeden neye değdiğimizi, hiç bilmediğimiz hayatları karıştırırız kanımıza. Kim bilir? Belki de insanın insana kardeşliği bu kokuda gizlidir.

Kesik kesik sahneler geçti gözümün önünden. Sesler birbirini dövdü zihnimde. Yüzler bir görünüp bir kayboldu. Ağrılarım her yanımdan dürtmeye başladılar dalga geçercesine. Hiçbir şey değil ama yine ölememiş olmanın acziyeti midemi bulandırdı. Etimden ve kemiklerimden sıyrılıp koşmak, koşmak, koşmak istedim. Ta ki ıssız bir deniz kenarında, yosunlu, büyükçe bir kayaya yüzümü dönüp dünya denilen ıstırabın her şeyinden arınmak için çırılçıplak kaldıktan sonra hüngür hüngür ağlayana dek. Fakat asla denize yüzümü dönmemeliydim. Çünkü içimde tuttuğum gözyaşlarımın sonsuz olmadığını, bir ipek böceğinin kesesini doldurabilecek kadar bile olmadığını yüzüme acımasızca vuruyordu denizler. Oysa en çok ben ağlamalıydım. En büyük acılar bana aitti. En çocukluğunu yitirmiş olan bendim. Bedeli ödenemeyecek en büyük günahlar benimdi. Ben yanmak değil ağlamak istiyordum. Eriyip, yok olana kadar ağlamak…


Gözlerim kendime ettiğim zulme karşı çıkmışlar ve tuzlu birkaç damla gözyaşım pislik bedenimden kurtulmak istemişti. Tam bu sırada içeri girdi hemşire.


“Neden ağlıyorsun? Çok mu ağrın var?”

“Hayır hemşire, hiç umudum yok.”


İşte budur insanın en sefil hali. Her şeysiz yaşayabilir ama umutsuz yaşayamaz insan. Bazen umudunu beklerken ölür ama onu ölüme kadar yaşatan umududur.

Hiç kimsenin anlamadığı gibi o her şeyden bihaber hemşire de anlamadı beni. Dışarıda iki polisin ifademi almak için uyanmamı beklediklerini söyledi. Polislere ne anlatacağımı hiç düşünmemiştim. Biraz zaman kazanmak için kendimi iyi hissetmediğimi, mümkünse daha sonra ifade vermek istediğimi söyledim. Hemşirenin cevap vermesine fırsat kalmadan polislerden biri kapıyı açıp içeri kafasını uzattı. Dönüp dışarıdaki arkadaşına seslendi.


“Gel la gel uyanmış.”


Hemşire onlara isteğimi söyleyecek olduysa da polisler birazdan başkomiserin gelip ifademi alacağını söylediler. Buna çok şaşırdım çünkü bu hiç olağan değildi. Beni, dayak yiyerek hastaneye kaldırılmış sıradan biri olarak bilmelilerdi. Polislerin geçmişimi bilmesi, zaten nefes almakta zorlandığım bu dünyada beni iyice kapana sıkıştırabilirdi. Sakin olmalıydım. Belki de hiçbir şey bilmiyorlardı ve tamamen başka bir nedenden başkomiser teşrif edecekti. Düşünmek artık beni o kadar yoruyordu ki kaçış perdesini kullandım. Her şey olacağına varır.


Hangisinin daha göbekli olduğunu ayırt etmekte zorlandığım ve büyük ihtimalle buradan çıkınca köfte piyaz yemek gibi bir planları olduğunu hissettiğim iki polis memuru sıkılgan ifadelerle odamın içinde alanımı da ruhumu da daraltmaya başladılar. Yine de tek amaçları prosedürleri yerine getirmek ve mesai saatlerini doldurmak olduğuna karar verdiğim bu memurlara üzüldüm. Kim bilir mesleğe ilk başladıklarında nasıl çevik ve hevesliydiler. Adaletin ve insan haklarının koruyucusu olmanın gururunu yaşıyorlardı, kim bilir. Sonra bir gün fark ettiler. Adalet de yoktu, insan hakları da. Sistemin çarkında piyon olduklarını anladılar. Kötülüğe karşı durmak için çıktıkları yolda sistemin içine karıştıklarını idrak ettiler. Geriye de dönemediler ve kaderlerine razı oldular. Ne çeviklik kaldı ne gençlik. Şimdi yakın gelecekte köfte piyaz, biraz uzun vadede ikinci el bir otomobil ve biraz daha uzun vadede emeklilik hayalleri vardı.


Bir an durup kendime güldüm. Bitik bir haldeydim ama hâlâ sistem eleştirisi yapıyordum. Bunu yaparken de ağrıdan sol kolumu oynatamıyordum. Manidardı.


Göbekli memurlar sıkılmanın son evresine doğru yaklaşırken beklenen başkomiser geldi. O da ne! Oldukça uzun boyu, kas yığını gövdesi, kara gözleri, sivri, çok sivri göz bebekleriyle odayı dolduran bu adam hiç ama hiç aptal birine benzemiyordu. Maval okumama inanacak mı diye endişelendim.


Pencerenin kenarına gidip dışarıyı seyretmeye başladı. Memurlar beklemenin verdiği can sıkıntısına daha fazla katlanamayacak gibiydiler. Göbeğine nazaran küçük kafalı olanı "Başkomiserim artık alalım mı ifadeyi?" diye soracak oldu. Sesi odanın içinde yankılanırken bir ölü, yüzünü bize döndü. Bir surat ancak bu kadar soğuk olabilir ve ancak bir ölüye ait olabilirdi. Bu soğukluk odaya yayıldı. Oda buz kesti. Büyük kafalı memur gözlerini kısıp yere baktı. Küçük kafalı olanın kalp atışlarını neredeyse duyacaktım. Başkomiser yürüdü. Küçük kafalı memurun önüne gelip durdu. Sakince elini kaldırdı ve indirdi yine sakince memurun omzuna. "Siz çıkabilirsiniz." dedi. Evet, hepsi bu kadar. Sesi suratından da soğuktu. Saniye devrilmemişti ki memurlar odadan çıkmışlardı. Başkomiser yürüdü. Yatağımın başına gelip durdu. Göz bebeklerinin o sivri ucunu göz bebeklerime değdirdi ve durdu. Sadece duruyordu. Başka hiçbir şey yok. Hayat yok! Ölüm yok! Ses yok! Nefes yok! Sadece soğuk başkomiser ve sivri bakışları var. Gözlerimden geçip zihnimi delen bakışları... Sanki gözlerimi delip düşüncelerimi gözlerimden akıtmaya niyetlenmiş gibi gözlerini kırpmadan gözlerime bakıyordu.


Bakışmalarımız; şampiyonluk maçında karşı karşıya gelen, durdurulamaz bir forvet ile koruduğu çerçeveden sinek bile geçirmeyen bir kalecininki kadar mücadele doluydu. Bu içine çeken sessizliği bozmalıydı bir şey. Dilim damağım kurumamış olsa, konuşurken gırtlağımın düğümlenmeyeceğinden emin olsam ben bir şeyler söyleyerek son verecektim bu duruma. Ama başkomiserin bakışları insanı asfalt silindiri gibi eziyordu. Kendi içimde korkunç bir ikilem yaşadım. Cümle kursam ve sesim çıkmasa ondan çekindiğimi hatta korktuğumu anlayıp daha fazla üstüme gelebilirdi. Cümle kurmasam bu aşık bakışmasına daha fazla dayanacak halim kalmamıştı. Başa gelen çekilir deyip, belli belirsiz bir yutkunmayla boğazımı temizlemeye çalıştım. Ve bütün insanlığın kısması gereken yetkiyi dilime verdim.


“Ne istiyorsanız sorun.”      


Sesim net ve öz güvenli çıkmıştı. Cümle kurabildiğime bu kadar çok sevinebileceğimi bilmezdim. Sesim uzay boşluğuna doğru dağılırken başkomiserin o soğuk yüzü de alaycı bir ergene evrildi. Sen faresin ben kediyim, seninle oynayacağım, yorulacaksın der gibi bakmaya başladı. Bu yakın portreler iyice canımı sıkmaya başlamıştı ki o da dilinden görevi sakınmadı.


“Zaten her şeyi biliyorum, sadece iyi misiniz diye bakmaya geldim."


Çekiç, örs ve üzengim bu cümleyi henüz karşılayıp titreşmeye başlamışken başkomiser kapıya yöneldi. Tam kapıdan çıkarken bir şey söyleyecekmiş gibi durup arkasını döndü, sonra kararlı bir vazgeçişle kapıdan çıkıp gitti. Bu tavrı, üzerimde müthiş bir baskı oluşmasına sebep oldu. Bunun bir taktik olduğuna inandım. İnandığım doğrulardan da kolay kolay vazgeçmem sevgilim, bilirsin. Beni rahat bırakıyordu çünkü hata yapmamı, kendimi ele vermemi istiyordu. İşte bu yüzden emindim, beni ya izleyecek ya da izletecekti.

 


*Fotoğraf: Kayra Neşad, @kayra