Elinizi gözlerinize siper yaptığınızda dalgasız bir deniz hissi verirdi gördüğünüz manzara. Gözünüze çalan resmin, toprağı yakan güneşin dumanı olduğunu anlamak için tecrübe etmeliydiniz…


Sarıya çalan toprak bütün ülkeyi boydan boya boyuyordu. Kalabalık şehirlerde çiğnenen toprak turuncuya çalardı sadece. Kırsala çıktığınızda yeşil rengi bulmak zorlaşırdı. Kendi halinde kırsalda yaşayanların sayısı fazlaydı. Haberleri olmazdı birbirlerinden. Faydası dokunamazdı birbirlerine. Kuru sıcaklar kuru sohbetleri bile lanetlerdi burada…


Laila. Yedi çocuğuyla kırsalda hasırdan yapılma bir evde yaşıyordu. Eşi kalabalık şehre çalışmaya gider, ayda bir de olsa gelirdi. Heybesi dolu olurdu hep. Kıtlık başladığından beri şehrin de tadı tuzu kalmamıştı. Yedi çocuğun babası bir gece sessizce çıktı evden. Vedalaşmadan. Aylar oldu gelmedi. Kuyu kurumuş, yiyecekleri neredeyse kalmamıştı. Kuyunun dibinden çıkardığı balçıklı suyu bir süre süzer, kararınca verirdi çocuklarına Laila. Çocukların hiçbiri kanamazdı suya! En küçük kızı göğsünde sarılı dururdu sürekli. Gündüz bile gözleri geceye çalan Laila, göğsünü çeşme yapmıştı onun için. Sütü için dua ederdi sadece: “Kesme ya Rabbi sabinin rızkını.” İçtendi bu dua. Geri dönmeyeceğine dair bir umut yeşerirdi içinde.


Çevrede yaşayanlar kalabalığa karışabilmek için yollara düşmüşlerdi. Ortalama sekiz gün yürümek gerekiyormuş kalabalığa karışabilmek için. Cesaret edememişti başlarda. Ama yokluk onu tehdit etmeye başlamıştı bir kere. Kendisi hadi neyse de çocuklarına kıyamıyordu. Hareketleri yavaşlamıştı çocukların. Gölgede bile ateşle imtihan oluyordu günahsızlar.


En büyükleri Osman, on bir yaşındaydı. Onun küçüğü ikizlerden birinin adı Ahmed, diğerinin adı Aişe'ydi. Sonra sırasıyla Ebba, Hamza, Mohamad Ali ve en küçükleri, iki kızdan biri olan Meryem. Osman hiç çocuk olamamıştı. Üç yaşından beri abiydi. Çabuk büyümeliydi. Annesinin tek dayanağı idi. Ahmed ve Aişe çocukların en yaramazlarıydı. Anne karnından alışkanlık edinmiş olacaklar ki hiç ayrılmazlardı. Diğer kardeşlerinin ise hayatla derdi daha yeni başlamıştı. Hayatın rutini olan ne varsa onlara oyun gibi geliyordu. Kana kana su içmek, çatlayana kadar yemek bilgisi onlara öğretilmediği için böyle bir beklenti de taşımıyorlardı. Annesinin göğsünü mesken bilmiş olan Meryem’i de çok görmezlerdi. Her çocuk kendine özel bir dünya inşa ederdi buralarda. Hayal bilgi isterdi. Bildikleri kadardı hayalleri ve dünyaları…



Laila çetin geçen bir gecenin, Meryem’i susturamadığı bir gecenin ardından; eşinin geleceğine dair umudunu geceye kiralayıp yola düşmeye karar verdi. En büyük bezi altı parçadan oluşuyordu. Güneşe siper ederim diyerek onu aldı yanına. Son kalan pirincini hafif lapa yapıp en temiz bezine sardı. Son süzdüğü suyu bir şişeye koydu. Tek tenceresini de yanına aldı. Kalabalığa karışırsa eğer, yardıma gelen çok oluyordu. Dağıtılan yemekleri koymak için kap gerekecekti. Meryem’in uyuduğuna kanaat ettiği bir anda “Haydi” dedi. Tüm çocuklar toplandı etrafına. Yürümeye başladılar. Ahmed ısrarla nereye gittiklerini, geri gelip gelemeyeceklerini soruyordu. Destekçisi Aişe idi. Laila cevap veremiyordu. Güneşin battığı tarafı yön belledi. Çocukları sakinleştirmek yine Osman’a kalmıştı. Abiliğini yaptı. Kardeşlerine çocuklara özel gramerden seçtiği cümlelerle anlattı dönülmez yolun ne olduğunu. Bir lokma için yolun yürünmesi gerektiğini. Anladı çocuklar.


Çok mola vermemeye çalışıyordu Laila. Geceleri daha hızlı yürüyorlar, gündüz siper bulurlarsa atıyorlar kendilerini, yoksa en büyük bezi çadır yapıyorlardı. İkizler yine kaçıyor, güneşe aldırmadan oynamaya devam ediyorlardı. Yol uzundu, azık kısıtlı. Çocuklar “dur”dan anlamıyordu. Endişesi bu yüzdendi biraz. Tükenmesin enerjileri. Yola vursunlardı oyunlarını. Menzile doğru aksın oyunları istiyordu.


Üçüncü günün molasında Muhammed Ali uyuyakalmıştı. Zor olmuştu dalması. İlla su diye tutturmuştu. Laila dudaklarını ıslatsa da yetirememiş, biraz da kızmıştı oğluna. Hareket zamanı geldiğinde Osman kardeşini uyandırmaya çalıştı, olmadı. Annesine şikayet etti kalkmadığı için. Laila, Ali'sinin yüzüne bakınca sebebi anladı. Gözyaşlarını da sütüne çağırdığı için gözünden tek damla yaş akmadı. Kardeşleri Osman’a emanet edip yola düşürdü. Oturdu oğlunun yanına. Geceki azarın pişmanlığını alnındaki çizgilere astı,

“Şimdi kana kana iç yavrum”

dedi. Yüzünü öptü. Gözlerini öptü. Gömmeyi düşündü. Zaman kaybedecekti. Diğer yavrularına yaşama şansı bırakmak için vazgeçti fikrinden. Kuru bir dala yaslanmış halde bıraktı onu. Görseniz, uyuyor sanırdınız…


Çocuklarına yetiştiğinde ritmini arttırmıştı. Yorgundu hepsi. Osman Hamza’yı sırtına almıştı. Aişe de annesinin omuzlarına çıkmıştı. Kadın dünyayı sırtlanmış yürüyordu. Yaşamak için atıyordu her adımı. Yavruları yaşasın diye yüküne aldırmıyordu! Ali’nin yokluğunu fark etmemişti küçük kervanın minik yolcuları.

Beşinci güne geldiklerinde suları bitmiş, pirinçleri az kalmıştı. Yürümek zorlaşmıştı. Arada başka aileleri görüyorlardı. Doğru yolda olduklarını böyle anlıyorlardı. Kimse kimseden bir şey isteyemiyordu. Veremezdi kimse istenecek şeyleri. Olmayan suyu paylaşıp tükenmiş ekmeği bölüşemezlerdi. Sadece bir anlığına göz göze gelirler, bir bakışın içinde benzer hikayelerini birbirlerine anlatıverirlerdi. Çocuklar çocukluklarını yapar, diğer çocuklarla oyunlar oynayıverirlerdi. Sonra herkes kendi kaderine doğru yol almaya başlardı. Arkalarına bakmazlardı bu yüzden. Kaderine koşanların önüne bakması makbuldü…



Aişe artık Ahmed ile oynamayı bırakmıştı. Yorulmuştu. Sürekli annesinin kulağına eğilip susadığını söylüyordu. Bu isteğin normal bir istek olmadığını anlamıştı. Bunu bilecek kadar ölüm görmüştü Laila. Osman’ı kattı yine diğerlerinin önüne. Aişe ile arkada kaldı biraz. Son çare diye tuttuğu iki yudumluk suyu çıkardı. Aişe, susadım dedi, Laila yandı. Sıktıkça sıktı dişlerini. Hava kararmak üzereydi. Yolun kenarına yatırdı yavrusunu. Son nefesini verdiğinde Aişe, Laila hâlâ saçlarını okşuyordu. Diğer elini koyduğu göğsü artık kalkmadığında dayanamadı ve ciğerinden bir “Ah” koptu. Güneşin son kızıllığına doğru yankı yaptı ses. Peş peşe sıraladı ah’larını. Utanmadı. Sıkmadı dişlerini. En son öptü alnından. Ayağa kalkmakta zorlandı. Kapattı gözlerini. Dengesini kurmaya çalıştı. Meryem ağlamasaydı kendisine gelmesi mümkün olmayacaktı.


Ahmed durumu hiç kolaylaştırmıyordu. Her fırsatta Aişe’yi soruyor, kızının ismini her duyduğunda Laila yanıyordu. “Gelecek” dedi. Kelimenin sonuna doğru kısıldı sesi iyice. Meryem’in ağlaması değişmişti. Gözleri açıldı Laila’nın. Sütü mü kesilmişti. Yola çıktıklarından beridir tüm azığını çocuklarına paylaştırmıştı. Sütünün azığını dua yapmıştı. Yolda topladığı yumuşak ağaç kabuklarından birini dayadı çocuğun ağzına. Süte benzemiyordu. Almadı Meryem. Gözünden yaş geldiğinde sütünün kesildiğine ikna oldu. Hızlandı iyice… Korku hareket kabiliyeti kazandırmıştı ona. Arkasına bakmadan yürüdü. Toprak ayaklarını daha fazla yakamazdı. Ciğeri yanmış bir anneye güneş ne yapsındı! Ahmed’in ikizini sorduğu bir sualin ardından Osman’ın sesiyle irkildi. Ebba kayıptı. Yokluğun ortasında nereye giderdi bu çocuk. Geriye dönemezdi. Kader önündeydi. Çaresizliğin aklını almasına izin vermemeliydi. Meryem susmuyor, Ahmed sürekli Aişe’yi soruyor, Osman çabuk büyümenin bedelini ödüyordu.

“Siz gidin. Ben dönüp bakayım.”

Razı olmak istemedi Laila. Bir o kadar da “git” demek istedi. Sustu sadece. İkrardan saydı Osman. Döndü geriye. Meryem susmadı. Çatallaşmıştı sesi iyice. Toprak inadına sarı, güneş öylesine kızgındı. Ahmed ve Hamza’nın ellerinden tutup koşmaya başladı. Dizlerinden derman çekileceği bir anda bir gürültü koptu hiçliğin içinde. Büyük bir kamyon durdu yanında. Kapasitesinden daha fazla insan sığdırmıştı kasasına. Eli ayağı tutan iki adam atladı hemen. Laila dayanamadı. Bayılmıştı.



Kalabalığın gürültüsüne uyandı. Ahmed ve Hamza yanına oturmuştu. Evden yanına aldığı tencerenin içinde kendi yaptığından daha iyi yapılmış pilav vardı. İki kardeş ağızlarını doldurarak yiyorlardı. Bir an gözlerinin içi güldü. Rüyada sandı kendisini. Uyanmak istemedi. Gölge vurmayan yerlere uzattı bakışlarını. Mohamed Ali’sini gördü çocuklarla oynarken. Arkası dönük bir kız vardı. Omuzlarının üzerine düştüğünde bakışları, Aişe olduğunu anladı. Gözyaşı yanağını ıslatıp dudaklarına değdiğinde, tuzlu suyun tadını aldığında bu anın içinde kaybolmak istedi. Meryem’in ağlamadığını işte o an fark etti. Gözlerinin irisi irileştikçe irileşti. Önce Muhammed Ali kayboldu. Sonra Aişe zannettiği kız başkasının yarası çıktı. Ahmed ile Hamza ellerindeki ekmeği yerken annelerine kardeşleriyle alakalı sorular soruyorlardı. Cevap vermek istedi ama veremedi. Yol boyunca onu yürümeye zorlayan, yaşamaya zorlayan bir güvercin konmuştu yüreğine. Zayıf kalp atışları sayesinde cesaret ve güç buluyordu kendisinde. Yolda bırakıp geriye dönüp bakamadığı canının parçalarının izleri vardı o atışlarda. Eşinin bir gün dönebilme ihtimali gizliydi. Kulağında ağır bir çınlama vardı. Kolları hissizleşmişti.

Göğsündeki güvercin hareketsizdi.

Kabul etmek istemedi. Meryem’inden de vazgeçmek istemedi. Dili dönmedi hiçbir dile. Gözleri çok uzaklarda rehin kaldı. Yanındaki yavrularını göremedi. Onların kokusuyla bastırabilir miydi acaba hasretini? Tarttı ama olduramadı. Her meleğin kokusu kendine hastı. Aklına mukayyet olmak için güç dilendi içten içe. Ama konuşmadı. Ama ağlamadı. Ama gelmedi bakışları gittiği yerden…

Ahmed ve Hamza annelerinin içinde bulunduğu durumu çözmeye bile çalışmadılar. Onların görevi başkaydı. Çocuktu onlar. Bir çocuğun görevi, çağının hakkını vermek olabilirdi sadece. Dünyanın neresine giderseniz gidin; hangi yokluğun, hangi sıkıntının, hangi savaşın arasına karışırsanız karışın; çocuk, çocuk olmaktan vazgeçemezdi. Onlar da vazgeçmedi. Aradan geçen günler Laila’nın sesini bulmasına yetmedi. Meryem’in cansız bedeni sıcağın da etkisiyle kokmaya başlamıştı. Kalabalıktan kimi durumu Laila’ya anlatmaya çalıştıysa da o duymadı. Duyamadı. İstemedi artık ne istenebilirse. Yaşlı bir kadın günde bir defa gelip zorla biraz su içirir, bir lokma ekmeği ağzından içeri sokardı. Kendine rüya arıyordu Laila. İçinde tüm çocuklarıyla gönlünce yaşadığı, içinde su olan, içinde ev olan, içinde yemek olan bir rüya aradı. Ses aradı içinde. Göğü yırtmayı hedefleyen “ah”ını salıverse, gök çatlayıverse rahatlayacaktı. Ne rüya bulabildi ne de ses.



Yarım yamalak çadırın içine girdi Osman. Annesini öyle görünce korktu önce. Elini göğsüne attı. Aldığı kokunun ne olduğunu bilmesini bekleyemezdiniz. Hareket etmediğini anladığında sadece tanıdık tasvirler aradı. Onu da bulamadı. “Anne. Ben geldim. Ebba’yı buldum anne. Getirdim. Bak.” Osman’ın arkasında küçük bir çocuk belirdi. Annesine sarılmak istedi ama korkmuştu. Osman annesini sarsarak -belki de ilk defa- ağlamaya başladı. “Anne gel. Bizi bırakma bir başımıza. Sen tutmazsan ellerimizden tutunamayız biz hayata. Ben büyümek istemiyorum anne. Senin küçük oğlun kalmak istiyorum. Hadi gel anne. Gittiğin yer buradan daha iyiyse bizi de götür. Yüzüme bak anne. Kopma bizden. Dalımız yok başka tutunacak…”


Gözlerinden yaş boşalmaya başladı Laila’nın. Zor da olsa uzattı ellerini. Okşadı oğlunun başını. Ebba’yı kucakladı sonra. Elini göğsüne götürüp bağı çözdü. Kundağını kefen yaptı Meryem’e. Isırdı dudaklarını kanatıncaya kadar. Ahmed ve Hamza koşarak geldi annelerinin yanına. Laila bağırarak ağlamak istedi. Yavruları kendisine böyle bakarken yakıştıramadı kendisine o hali. Ahmed yarayı kanatan o soruyu sormasaydı bir anlığına umut bile doldurmuştu düşlerine: “Anne! Aişe nerede?”


Dabaab’da kim varsa bir feryat duydu. Bir an durmuştu hayat. Bu gök bu feryada aşinaydı. Devam etti hayat. Feryat heybesi Laila’nın çığlığını sığdıramadı. İnsanlar kuyruğa girdi. Uzaktan gelenler yemek dağıttı. Beyaz tenleri güneş yanığına teslim olmuş, güneş gözlüklü, yelekli turistler fotoğraf çekti. Bol bol…