Güneşin henüz doğmadığı bir vakit uyanıyorum. Kadınıma dönüp mis kokulu saçlarını içime çekiyorum. Ne kadar da güzel. Bu kısacık evliliğimizde ona haksızlık yapıp yapmadığımı düşünüyorum. Sorgusuz sualsiz itaat etti bana. Ne versem yedi, ne desem giydi, nereye sürüklesem geldi. İki güzel evlat verdi. Belki de hayal ettiği evlilik bu değildi ama, bir gün olsun şikayet etmedi. Acaba sorsam, istesem, bu sefer de benimle gelir miydi?

Banyoya girip kapıyı çekiyorum, çocuklar uyanmasın diye. Usturayı bileyip dudağımın üstünü tıraşlıyorum dikkatlice, ne kadar da keskin. Sonra makası alıp sakallarımı düzeltiyorum. Uzun uzun bakıyorum bu keskin, soğuk metalden yansıyan gözlerime. Sesler duyuyorum yine, hep aynı sesler.

 

gelmelisingelmelisingelmelisingelmelisin.

 

OsensinOsensinOsensinOsensinOsensin.

 

beklenensensinbeklenensensinbeklenensensin.


Bugün bayram. Abdest alıp çıkıyorum banyodan. Namazdan sonra, annemle babamın elini öpmeye gideceğim.


***


Ailenin en küçük oğlu olduğumdan fazlaca şımartıldığımın farkındayım. Özellikle ağabeyimin ölümünden sonra. Evlenirken elimi cebime attırmayan babam, üstüne bir de bu dükkanı almıştı bizim için. Günler süren tadilattan dolayı kafayı kaldırıp da bakamadığım mahalleyi, sakin sakin inceliyorum şimdi. Alt katları dükkan, üst katları konut olan, bitişik nizam sıralanmış apartmanların bulunduğu, can çekişen esnaflık ve komşuluğun son kırıntılarını bulabileceğiniz, orta yaşlı bir İstanbul semti. Ama ticaret ölmüş, iş yok.


Daha ilk günlerden sıkılmaya başlıyorum. Bulmaca çözmek, on dakikada bir çay içmek, komşu esnafla sohbet etmek, fazla oyalayamıyor beni. Yine bu sıkıntılı müşteri bekleme nöbetlerinden birinde fark ediyorum su dolu bardaktaki titreşimi. Su, bardağın merkezinden çevresine doğru ince, şeffaf çemberler halinde genişliyor sanki. Minicik bir çember, büyüyerek varıyor cam bardağın billur sınırlarına. O varıncaya kadar niceleri çıkıp peşine takılıyor. Su devamlı kendi merkezinden büyüyor, kaynağından sonsuz defa çağlıyor. Masanın üzerindeki radyonun titreşimi sanıyorum önceleri, sonra radyo kapalıyken de olmaya başlıyor. Saatlerce sürüyor, bazen tüm bir gün.

Önce kapıya çıkıp havayı dinliyorum, sonra ayaklarımla yeri. Aynı titreşimi onların da fark ettiğini duyunca bana dikkatle bakan komşuma soruyorum, bunun sebebini. Canı biraz sıkılmış, "Haa o mu?" diyerek kafasıyla benim dükkanın üst katını gösteriyor.

Zamanla üst kattaki titreşimlere, ritmik bir de ses ekleniyor ve günden güne artıyor sanki. Apartmanın girişi arka tarafta olduğundan, üst kata giren çıkanları da göremiyorum. Bir süre sonra "Müzik dinleyen gençlerdir." diyerek çok üzerinde durmuyorum.

Ama işsizliğin ve stresin son noktaya ulaştığı bir gün, her zamankinden daha çok takılıyorum olanlara. Etraftaki yaşlıyı, hastayı, bebeği düşünmeyen zamane veletlerine söverek koşar adım çıkıyorum merdivenleri. Sesler, üst katta daha da yoğunlaşıyor. Tüylerim ürperiyor. Apartmanın çatı katından insanı delip geçen bir soğuk etrafımda dönüyor, kıpırdatmıyor beni yerimden.

Bu duyduğum müzik değil. İçimden bir ses sürekli,

 

çalkapıyıçalkapıyıçalkapıyı.


derken bir diğeri,


dükkanınadöndükkanınadöndükkanınadön.

 

diyor. Ben kararsızca orada beklerken arkamda biten genç adamı fark etmiyorum. Dostça sırtıma dokunup kapıyı itiyor, kapı kilitli değil. Önce benim girmemi bekliyor, gayriihtiyari giriyorum kapıdan içeri. Ses bir anda tüm bedenime doluyor. Su bardağında başlayan titreşim, şu an kafamda, kanımda, tüm canımda. Antrede onlarca ayakkabı var. Hepsi erkek. Genç adam sokakla bağlarından sıyrılıp hızlıca dalıyor bu büyülü aleme. Ayakkabılarımı çıkarıp ürkek adımlarla giriyorum içeriye. Aman tanrım, bir zikir töreni bu.

Küçücük salonda belki kırk, belki de daha fazla adam birbirinin peşi sıra dizilmiş tespih taneleri gibi, aynı şeyi tekrar ederek sürekli dönüyorlar. Beni sadece zincire yeni ilave olan genç fark ediyor, diğerleri başka bir dünyanın içinde sanki. Apartman boşluğunda beni saran soğuk hava, hâlâ etrafımda, beni ne dışarı atıyor ne de zincirin içine bırakıyor. Kalp atışlarım, zikrin ritmiyle aynı atmaya başlıyor, işte yine o sesler,


sendekatılsendekatılsendekatıl...

senibekliyorlarsenibekliyorlarsenibekliyorlar.

 

Birlikte içeri girdiğim genç de artık beni görmüyor. Kendimi dükkana zor atıyorum.


Yaşadıklarım aklımdan bir an olsun çıkmıyor. Dükkana ayaklarım gitmez oldu. Önceleri sabah yataktan çıkamıyor, "hastayım" diye bahaneler uydurup dükkanı açmıyordum. Eşim bir süre idare etti beni ama sonra, sağlığımdan şüphelenmiş olmalı ki durumu babama bildirdi. Babam bu defa şımarıklığımı mazur görmedi ve beni sürükleyerek de olsa her sabah gelip dükkana getirdi. Zamanla korkularım yerini meraka, merakım kendini cesarete, cesaret de yerini kalıcı olarak biata bıraktı ve kendimi o zincirin bir halkası olarak buluverdim. Artık ne eşimin ağlamaları, ne babamın esnaflık nutukları ne de ailemin geçim kaygısı beni ilgilendirmiyordu. Saatlerce, günlerce, gecelerce katıldığım zikir törenlerinde kulağımda hep aynı ses,


OsensinOsensinOsensinOsensinOsensin.

 

beklenensensinbeklenensensinbeklenensensin.

 

senseçilmişsinsenseçilmişsinsenseçilmişsin.

 

***


Bayram ertesi, küçük pastacı dükkanımı sevgiyle açıyorum. Yandaki döşemeci, "Günaydın abla!" diyerek sıkışan kepenkleri kaldırmama yardım ediyor yine. Bayram tatilinden laflıyoruz ama, her zamankinden çok daha neşesiz. Soracak kadar samimi değilim henüz, yeni esnaf sayılırım bu mahallede. Sabah temizliği yaparken apartmanın en üst katındaki Akif amca çıkıyor kapıdan. Her zaman neşeyle "Hayırlı işler kızım." diyen yüzü gölgeli, hem de çok. Hiçbir şey demeden öylece çıkıyor bahçe kapısından. Geç de olsa bayramlaşmak istemiştim ama, sesim çıkamıyor ağzımdan, öylece kalıyorum. Döşemeci ile kesişiyor bakışlarımız, adamcağız benim hiçbir şey bilmediğimi anlıyor.


Akif amcanın küçük oğlu, kısa süre önce bir tarikata karışmış. İşi gücü bırakıp kendini inancına adamış. Gözü ne karısını, ne iki evladını görmemeye başlamış. Sürekli "Beni seçtiler, beni çağırıyorlar." diyormuş. Geçen bayram sabahı namazdan çıktığında, caminin bahçesinde soyunmaya başlamış.

"Keşke o zaman kolundan tutup tımarhaneye atıverselerdi, bunlar olmayacaktı." diyor, pişmanlıkla.

"Daha ne olacak ki?" diyorum.

Ama erken konuşmuşum. Adamcağızı apar topar giydirmişler. Aralarından sıyrılıp annesiyle babasıyla bayramlaşmaya gideceğini söylemiş. Sakinleştiğini sanınca bırakmışlar. Annesi her zamanki sevgi dolu haliyle karşılamış evladını, o ise babasının namazdan dönmesini zor beklemiş. Bayramlaşmışlar hep birlikte. Su istediği annesi mutfağa gidince babasına "Baba, beni seçtiler, gitmeliyim." diyerek kendisini altıncı katın penceresinden aşağıya atıvermiş. Benim dükkanımın önüne denk gelen bahçe demirlerine saplanmış incecik bedeni.

"Akif amca nasıl inmiş o kadar merdiveni?"

"Ya annesi."

Çıkarmak istemiş demirlerden ama, gücü yetmemiş. Ambulans gelene kadar öylece yanında beklemiş.


***


Duyduklarım kulaklarımda uğulduyor, çalışamıyorum. Olanların üzerinden günler geçmesine rağmen, mahalle derin bir yas içinde. Gözlerim sürekli bahçe demirlerine takılıyor. Kendimi oyalamaya çalışıyorum, yapamıyorum. Tuhaf bir suçluluk duygusuyla içeride öylece boş boş otururken duyuyorum, Akif amcanın hayattan yılmış sesini. Başsağlığı dileyen, densiz bir komşu ile konuşuyor.


"Başınız sağ olsun Akif Bey."

"Allah beterinden korusun komşum."

"İnsanın evladının intihar etmesinden daha beter ne olabilir Akif Efendi?"

"Diğerinin de intihar etmesi."

 

Diablo'nun Günlüğü 2018