Okyanuslarda, dağlarda, bulutlarda milyon yıldır kopmuş kar fırtınalarını hayal etti. Milyarlarca kar tanesi gökyüzünden düşmüş ve hepsi birbirinden farklı, hiçbiri birbirine benzemiyor. Aynı insanlar gibi diye düşündü. Aslında tüm canlılar gibi de…
İnsanların sadece suratları ve parmak izlerini değil, ciğerlerindeki kılcallar, göz bebekleri, beynin yapısı ve tırnaklar…
Saçına takılmış olan beyaz yumuşak ördek tüyüne bakarken de kuşları düşündü. Kuşlar ne zamandır varlar? Dinozorlardan hemen sonra geldiler. İnsanlardan çok önce buradaydılar. Kaç milyar tüy ürettiklerini düşündü. Deve kuşundan kırlangıca, sinek kuşundan penguene …
Dünyanın her yerinden kuşları düşündü. Akıl almaz bir şey olmalıydı bu; milyar çarpı milyar çarpı milyar tüy. Ve hiçbiri aynı değil. Milyarlarca harika , karmaşık şablonun olması akıl almaz bir şey diye düşündü. Sürekli etrafta dönüp durmaları ve asla kendilerini tekrar etmemelerini…
Çamurlu çizmeleri yük olmaya başlamıştı. Ağırlaşırken aksayan adımları, bu ağırlığı doğrular nitelikteydi. Alnına dökülen saçlarını, elinin çamursuz yanıyla iteledi ve birkaç yağmur damlasının doğrudan ağzına isabetine izin verdi. Bu tat ona öyle huzurlu hissettirdi ki neredeyse eve geç kalmışlığını bile unutmuştu. Terkedilmiş varsaydığı, eski püskü evin verandasına sırtını dayadı. Dizlerini karnına çekerek kuşkulu bir halde elindeki, ıslanıp cebinde yeniden kurumuş, kağıda baktı. Heyecanını bastıran tek şeyse ıslak çizmelerinin pantolonunu ıslatmasının rahatsız ediciliği oldu. Hissettiği bu soğukluk pantolon altındaki sıcak tenine belli belirsiz bir ürperti hediye etmişti.
Kağıdı az evvel, minik tümseklere annelik eden, tepeden inerken bulmuştu. Aslında bunun bir kağıt parçası olduğunu uzaktan anlamış olsaydı, asla elde etmek için çamura batmayı göze almazdı. O, nadir bulunan bir kardelen sanmıştı bunu. Bembeyaz zarafetiyle, önünde uzanan çamurlu yamaçta, onu bekliyordu sanki.
Hazine hazinedir, demek daha doğru geldi. Çünkü her ne bulmuş olursa olsun kaşifi kendisiydi. İsterse kocaman yeni adaları keşfedebilir, anakaranın en büyük sürüngenlerini besleyebilir, hatta evrenin her bir yanına dağılmış, yıldızların tozlarını avucunda toplayabilirdi. Nadir bir çiçek aramaya giden birisi kaşif olamazdı; çünkü onun gözleri aradığı nadir çiçekten başkasına kör olurdu. Kazara, yeni güzellikler ya da büyük felaketler bulup çıkartan hep kaşifler olmuştu. Kaşif miyim ben de? Diye düşünerek, keşfi üzerindeki buruşuk, bilmediği harflere bakındı. Okulda öğrendiği harflere benzemiyorlardı. İlk gördüğü harfi biyoloji öğretmeninin, kanca gibi, burnuna benzetmişti. Gülümseyerek, kağıdı yağmurluğunun içteki gizli cebine yerleştirdi.
Kasvetli akşamüstü göğünün şimşeklerle gösterisi onu hayli korkutmuştu. Sarı yağmurluğunu soluk rengi bunca griye dönen renk içinde anlaşılmıyordu. Olabildiğince canlı sarıydı şimdi. Sakin adımlarla başladığı dönüş yolu, ormandan sahile inen yolun sonunda maraton koşusuna dönmüştü. Metrelerce yüksekteki bir uçak beni görebilir mi acaba, diye düşündü. Görmeliydi elbette; çünkü o dikkat çekici bir varlıktı şuan bu sahilde. Okyanusun öfkeli dalgaları aceleci insanlar gibiydiler. Tıpkı onlar gibi deneyimledikleri anın kaçışını göremeyecek kadar aceleci…
Islak kum üzerinde koşmak bacaklarında sızlamaya ve kalbinde çarpıntıya neden olmuştu. Saç diplerinden ensesine, oradan da beline dek süzülen teri hissedebiliyordu. Madem terleyerek de ıslanacağım, o halde neden yağmurun beni ıslatmasından bu kadar tedirgin oluyorum? Neden kendime karşı sürekli korumacıyım?
...