Merhaba okuyucu.

Hoş geldin. 

Benim adım Zebercet; Yusuf Atılgan'ın Zebercet'i değil, tamamıyla kendi adım. Nedenini bilmediğim bir dürtüyle hikayemi sana anlatmak istedim. Dostoyevski'nin "bir böcek bile olamadım" dediği yere yakın bir yerdeyim galiba. Bir böcek olmanın bile becerilemediği yeri orijin kabul edersek yakınlığımın orijinin eksi yönünde mi yoksa artı yönünde mi olduğunu bile kestiremiyorum. Hem, "bile" bağlacının böcek için kullanılması ne kadar doğru ki? Sonuçta hiçbirimiz böcek olmanın ne demek olduğunu bilmiyoruz. Dostoyevski daha önce herhangi bir böceğe dönüşmüş müydü? Bir böceğin hayatını deneyimlemiş mi? Belki böcek kendi hayatından oldukça memnundur. Belki oldukça da mutludur. 

Kafka'nın Gregor Samsa'sından bahsetmiyorum tabii. En azından o kendini ifade edebiliyordu. Ama bence Dostoyevski "bir böcek bile olamadım" derken "bile" bağlacını erken kullanmış ve hatta bu bağlacı kullanmakta oldukça cömert davranmıştır. Kafka'nın da böcek konusunda biraz fazla aceleci davrandığını söyleyebiliriz. Sonuçta henüz böceklerin duygularıyla ilgili bir bilgimiz ve deneyimimiz yok. Kafka, böcekleri direkt olmasa bile Gregor'un üzerinden birazcık hırpalamıştır. Ama insan dediğimiz birleşimin etrafındakilerle sınırlı olduğunu da unutmamak gerekir. Ne kadar hayal kursak da hayallerimizin bile çevreden tamamen bağımsız olduğunu düşünemeyiz. Oysa sana Zebercet'ten bahsedecektim, bak konu nereye geldi. Uzun zamandır böyleyim işte. Bir şey düşünürken içindeki detayların kendi detaylarına kadar başka şeyler düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Böceklerden konuşmaya sayfalarca devam edebiliriz ama biz konumuza dönelim. 

Yaklaşık on beş gün oldu ve cebimde bir kuruşum bile yok. 

Tütünüm geçen hafta bitti. Yaklaşık bir aydır önceden cebimdeki son kuruşlarla aldığım patatesleri haşlayıp yiyorum, bazen de kızartıyorum. İmkanlar kısıtlı olunca elindekileri çeşitlendirme gibi bir yetenek ortaya çıkıyor olsa gerek. Un vardı biraz, onu da suyla yoğurup hamuru kızarttım, iki gün de onunla idare ettim. Daha önce içtiğim tütünlerin izmaritlerini uzun zamandır boşaltmadığım kül tablasından çıkarıp kalan tütünlerini tekrar sarıp içiyorum ve bu gün kül tablasındaki izmaritler de bitti sanırım. İşin tuhaf tarafı beni mutsuz eden bu yoksunluklar değil. Hatta bu yoksunluklar bana yardım ediyor diyebilirim. 

Bir böceğin nasıl hissettiğini bilmesem de onlara yüklenilen anlamlara kendimde rastlıyorum. 

Ruhsal bir sıkışmışlık galiba benimkisi. Ya da insan türünün çekindiği yerdeyim. Çoğunlukla kaçındığı "kendiyle yüzleşme" gerçeği. Çoğumuz bundan kaçarız. Hayatlarımızı kolaylaştırmak için bu yüzleşme gerçeğinden kaçındığımızı sanıyorum. Sonuçta bütün insanlık tarihine bakıldığında, bazı istisnalar dışında, sürekli fiziksel veya ruhsal olarak hayatı kolaylaştırma çabası oldukça net görünüyor. Bütün çalışmalarımız bu yönde. 

Peki ya kaçamamak? Ben kaçamıyorum. 

Ruhsal çöküntümün fiziksel çöküntüye de neden olduğunu hissedebiliyorum. Ve bu bir kez başladı mı birbirleriyle inanılmaz bir iş birliği içinde olmaya durmaksızın devam ediyorlar. 

Peki bunlara ne neden oluyordu? 

İnsanın kendini üstün olarak kabul etmesi mi? 

"Her şeyin daha fazlası" anahtar kelimeler. 

Kibir sahibi bir türüz ve kibrimiz bizi tüketen şey.

Kibirliydik ve yok olma fikri bize göre değildi ve yalanlar uydurduk. Başka dünyalar uydurduk. Cezaların ve mükafatların olduğu başka dünyalar. Oysa nasıl daha önce bir böcek olunmamışsa ve böcek olmanın ne demek olduğunu bilmiyorsak daha önce o dünyalara gidip gelen kimse de olmamıştı.

Kibirliydik ve saygı duyulan kimseler olmak istedik. Bunun için doğayı, hayvanları, insanları kullandık.

Kibirliydik, güçlü olmak istedik. Olduk da ve insanları öldürdük, çiçekleri öldürdük, gidip kuşları öldürdük ve güzel duyguları öldürdük. 

Sonra bütün bu kibir bir düzen yarattı. 

Ahlak! Arkasına saklanacağımız oldukça sağlam görünen çelikten bir perde.

Kim yarattı bunu? Kibirli olan bu tür, yani bizler. Kendi hakimiyetinden başka bir şey düşünmeyen bu tür ne kadar sağlıklı olabilirdi ki? 

'Çoğunluğun kabul gördüğü şey doğrudur' sandılar. 

Sonra her şey yakılıp yıkılmaya başlandı. Kimse hor görmüyordu çünkü herkes kabul vermişti artık. 

Yüzleşme gerçeğinden hep kaçtılar, ara sıra akıllarına geldiklerinde de onu hemen defettiler düşüncelerden ve normal saymaya devam ettiler her şeyi. 

Ama başka birileri de vardı. Yüzleşme gerçeğinden kaçamayanlar ve onu düşünmekten kendilerini ayrımsayamayanlar. 

İşte ben de kaçamayanlardan Zebercet. 

Uzun zamandır geceleri uyuyamıyorum, uyuduğum vakitler olsa bile uyurken huzursuz uyuyorum. İnsan uyuyorken huzursuz hisseder mi? Uyandığımda, uyanır uyanmaz bütün bu endişeleri baskıları hissetmek normal mi?

Ben yeni bir güne umutla ya da huzurla uyanmayalı çok zaman oldu?

Şu an oturup bütün bu düşüncelerle baş başa kaldığımda ruhuma ölümcül baskı yapan bu ruh halim beni yavaş yavaş yok ediyor. 

Kim bilir, belki böcekler de "Bir insan 'bile' olamadım." diyorlardır...