Yıllar sonra 08.11.2048'de aklıma geldi. Saatimi biz olmak için kurmuştum. Yıpranmış saçlarıma fön çektim, parfüm sıktım. Biz olamayacağımızı biliyorduk, bir gün önceden sözleştiğimiz iki yakayı birleştiren iskelede, Çanakkale Feribot iskelesinde buluşup, kokoreç yiyip midyeye düşecektik. Dakik birisi idi, vaktinde geldi, ben daha erken geldim, yalın ayak koşan çocuklar gibiydim. Selvi'nin yüzünde ilk defa fark ettiğim bir mimik vardı. İlk buluşma heyecanı mıydı bu, başka bir şey mi bilmiyorum, ne anlatacağımı da bilmiyordum, yıllar sonra ilk defa bir kadına bu kadar yakındım, alışık olmadığım duygulardı bunlar, ürperiyordum.
Sevdiğimiz şeyleri anlatmaya başladık, kordon boyunca yürüyüp Özgürlük Tepesi'ne çıktık, banka oturduk, sigara içtim. Evsiz meczup bağırıyor, mırıldanıyordu. Geriye dönüp meczuba baktık, denize döndük, konuşmaya başladık. Biz olmadık, kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulduk acı çekmeden. Köpek başka havlıyor, martı uçmuyor, Marmara Denizi salya kusuyor. Seni seni, bağırabilsem seni; köpeğe, martıya, Marmara Denizi'ne... Sonra mazotu bitmeyen gemiyle deniz aşırı ülkelere gitsek... Gemide yiyecek, erzak biterse ne olurdu? Balık tutardım, yağmur suyu toplar, içirirdim. Belki de dilini bilmediğimiz limanlara uğrar, erzak alırdık. Kimsenin soru sormadığı yerlere giderdik, hep bir şeyler anlatmamızı isteyecekler, kendilerine benzetecekler dalkavukça sözleriyle, Selvi ile. Hiçbir şey demeden aynı anda kalktık, yürüdük. Özgürlük Tepesi'nde yerde Nazım Hikmet'in şiiri vardı (Seni görünce söyleyeceklerimi unutuyorum. Seni senin hudutlarının dışında seviyorum.). Selvi; boğazı, güneşin batışını seyrediyor. Ben; Selvi'nin boğazına, dudaklarına yüzündeki izlere bakıyorum. Selvi'nin saçları yıpranmış, o an fark ettim, sevmek için sebep aramadım; sesi, gülüşü yetti bana, eve gitmek istiyorum dedi. İki yakası bir araya gelmeyen Çanakkale Boğazı... Kokoreç yiyemedik, midyeye düşemedik, gitmese idi hikayenin sonunu beraber anlatır idik belki. Selvi mağlup, ben mahcup...
Mükemmel değildim, bekleyebilirdi.