Hava güneşliydi ama bu güneş insanı ısıtmıyordu. Hatta öyle bir soğuk vardı ki, anlatamam. Akasya ağaçlarına değen rüzgar dalları kımıldatıyor, birbirine değen dallar bir ısı yaratmıyordu burada. İlk önce yeşillenmiş dağları fark ediyordum, sonra yeşilliği kaybetmiş mor olan dağları görüyor ve ardından karları henüz üzerinde eritememiş dağları görüyordum. Kalabalığa itiraz ederek uçan üç kuş ve bu kuşların seslerini duyuyordum ama kuşlarda bu kalabalığı terk edip gidiyorlardı. Burada pek bir ev yoktu aslında. Bir önünde durduğumuz bina ve arkamızda olan bina vardı. Kasketli adamlar ve tülbentli, şalvarlı kadınlar vardı. Bazılarında da benimki gibi pantolonlar da vardı. Aslında gördüğüm bir kelebeğin peşine takılıp koşmak istedim ama babamı burada tek bırakmam imkansızdı. Babam uzun boylu fakat üzgündü bugün. Serçe parmağını hafif kırarak benim yanımda olduğunu belli ediyor. Gözleriyle arada beni kontrol edip yokluyordu.

Bense ; gözlerimle insanların üzerinde dolaşıp duruyor, bazen gözlerine, yüzlerine, ceketlerine, gözlüklerine bakıyordum. Ayaklarım bir oraya, bir buraya gidiyordu. İnsanların suratları gülmeyi ardında bırakmıştı. Bu suratlar bana gece kabuslarımdan uyandığımda içimde güm güm atan kalbimi, korkularımı ve ağlamamı andırıyordu. Bir kaçının yüzü ifadesizdi. Dudak kıvrımları ne aşağıya, ne yukarıya doğruydu. Ne de dişleri dudaklarının ardından çıkmayı biliyordu. Birde ağlayanlar vardı. Bunlardan tülbentli olan bir kadın, tülbentiyle esmer cildinde parıldayan su tanelerini yazmasının süzgeçine bırakıyordu. Birde dişleri görünen fakat gülmeyenler vardı. Bunlarsa bağırarak ağlıyor, dişleri tükürükleriyle kaplanmış şekilde görünüp sonra dudaklarının ardına gizleniyordu.Yanakları su birikintisi olup boşlukları dolduruyordu. Evet...Birde kızarık yüzler vardı. Yanaklarına domates suyu sıkmışcasına güneşe ve rüzgara kendini emanet edenler. Burun kenarlarını silerek ve gözyaşlarını silerek kırmızıyı daha çok arşınlayayıp duruyorlardı. Tüm olanları bir flim gibi izliyordum ama bu flim sadece dramdı sanırım. Herkesin rolü öylesine zordu ki, bu zorluk karşısında ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Ayaklarımla bir adım öne, yana, arkaya gidip geliyor babamın serçe parmağını kendime arkadaş yapıp, bırakmıyordum. Sıkılmıştım. Babam benimle ilgileniyordu fakat olduğum yeri anlamakta zorluk çekiyordum. Hatta belki de burada olmak istemiyordum. Çünkü belki de bana uygun birşey yoktu burada. Bir ara bulunduğumuz yerden uzaklaştık. Ağaçlar ve artık nadir insanlar vardı. Bir kaçı sigara içiyor ve bir kaçı konuşuyordu. İlk yolumu şaşırıyordum. Babam ikaz ediyor, "orası değil, buraya gel." diyordu. Nereden bilecektim. Yabancıydım düpedüz. Kimsenin olmadığı kadar yabancıyım.

Ve çişim gelmişti. Kalabalıklardan sıyrılmamın nedeniydi bu. Çişim gelmişti ve çişimin gelmesine ilk defa sevinmiştim. O kalabalığı arkamda bıraktığım için sevinmiştim. Babamı kendi peşimden sürüklediğim için sevinçliydim. Hatta yolda bana tebessüm eden biriyle bile karşılaştım. Benim için hayret verici bu olayı babamla paylaşmak istedim ama o kadar üzgündü ki bunu kendime sakladım. Baba burada neler oluyor? diye sormak istedim ama soramadım. Belki de her soruma cevap bulan ve sabırla cevap veren babamın bu soruya verecek bir cevabı yok diye düşündüm. Şimdi enine boyuna yaşadığım bu kalabalığı büyüdükçe unutacak mıydım? Yoksa daha mı çok hatırlayacaktım? Yada alışacak mıydım bu kalabalıklara?