Söyleşinin konusu deprem. İki konuk var (Hatay'da enkazdan çıkmışlar.). Acılarını değil de basında duyurulamayan ihmalkârlıkları, yetersizlikleri, programsızlığı, STK'lerin çalışmalarını, dayanışmayı vs. anlatacaklar. Küçük bir ara sonrasında da seçim konulu bir söyleşi yapılacak. Dinleyicilerden bir gurup basın emekçisi var. Küçük işletme sahibi başka bir grup daha var. Çoğunluğu sağlayan grup ise 65 yaş ortalaması ile emekli kadın ve erkekler. Geçmişin sosyal demokratları bugünün liberal insanları. Şimdi konforlu yaşam sahibi bu dostlar, ulaşılabilir hayallerini çoktan tüketmiş, gündemi yakinen televizyondan takip eden, yeni nesille farklı diller konuşan insanlar olarak bir arada olmak için can atıyorlar. Altmış beş yaş ve üstü bu insanların arasında oldukça genç hissediyoruz Hüseyin'le kendimizi. Söyleşi öncesi kahvaltı yapılacağının duyurusu yapılıyor. Birlik ve beraberlik duygusunu pekiştirmek açısından programa kahvaltıyı eklediklerinin altını çiziyorlar. Kahvaltı için paraya kıyılmış, acımasızca davranmışlar hatta. Ne yaman çelişki bu annem! Kıyafetleri, ayakkabıları, saatleri kapitalist sistemde bulundukları basamağın açık adresi gibi. Otopark girişinde valeye bıraktıkları otomobillerinden bahsetmeyeceğim bile. -yaşam sınırlarım içinde en zengin hissettiren şey, valeye anahtar uzatıp arkamı dönüp uzaklaşmak olurdu herhalde-.

Oturuyoruz, kahvaltı başlıyor. Masamızda yetmiş beş yaş üzerinde olduğunu tahmin ettiğim bir adam tam karşımda oturuyor. Bembeyaz saçları, ince kemikli yüzü, minyon sayılabilecek tipte sıradan biri. Titrek ellerine bakıyorum. İnanılmaz güzel elleri var. Gençliğini hayal etmeye çalışıyorum, ne iş yaptığını. O güzel ellerin bir sevgilinin saçını okşadığını, şimdilerde belki bir torunun başını okşadığını, kaçınılmaz son sevdiklerinin toprağını okşayacağını hayal ediyorum. Sakince lokmalarını çiğnerken benden habersiz, ben yüzünün çizgilerine dalıyorum. Dişleri takma sanırım. Komik buluyorum bunu. Masada konuşmalar uğultulu... Daha çok yurt dışına yerleşen çocukları, torunlarının büyümeleri, ilk torun heyecanı, yeni iş kuran evlatlar, yatırımlar... Bu yaşlarımı hayal ediyorum; nasıl görüneceğimi, nerde olacağımı. Kahvaltı devam ediyor. Sıkılıyorum. Neden buradayım? Gerçekten neden! Bu güzel bahar sabahı neden buradayım. İçimde deli bir coşku varken şiir gibi, resim gibi, türkü gibi bir coşku. Neden buradayım ki? Bahariye'den en kestirme sokaklardan sahile koşarak inmek istiyorum. Güneş pırıl pırıl, hava sıcak, gökyüzü berrak. Sahilde yürüsem Moda'ya doğru... Yetmezse Fenerbahçe, Kalamış... Şiir günü olsa. "Deli çığlıklar atıp avaz avaz, burnumun dibinden gelip geçti de yaz.." şiir okusam ve hatta şiir yazsam ve hatta şiir olsam... Yırtıp atmasam sonrasında, yakmasam hiçbirini de. Utanmasam yazdıklarımdan, korkmasam, yazsam sadece.

"Kendi kendimle konuştuğum kadar kimseyle konuşmadım. ''Deli olduğum için değil, insanı en iyi kendi anlar da ondan" demiş Bob Marley. Konuşsam kendimle, anlasam. Yorulunca oturup kayalıklara, yazarım defterime, denize karşı hem de iyot kokusunu çekerek içime.

Yazmak iyileştirir derler. Kaç ömür yazmak gerekir? Derin yaralar da iyileşir mi acaba? İyileşirse unutulur mu yaralar? Özlenmez mi? Aslında severim yaralarımı. Mesela sol kaşımın ucundaki yara izi; benim hatıram, benim yaram, kaybolmasın isterim hiç. "Acılar sonsuz oluyor, sevinçlerin ise bir sınırı var." diye okumuştum bir yerlerde. Bugün içimdeki şu coşkulu sevinç sınır tanımaz gökyüzünü doldurur; hüzünlerim bebek gibi uykuda şimdi, yaralarım olması gerektiği yerde, her zamanki gibi. Telefon sesi böldü düşüncelerimi. Takma dişli adamın telefonu çaldı. Güzel elleriyle narince tuttu telefonu, açmak için çok çaba sarf etti; açamadı, sustu telefon. Başka bir telefon çaldı sonra. Biraz sonra başka bir tane daha. Aynı anda bir tane daha...Tekrar sahile dönmek istiyorum düşüncelerimde. Olmuyor, "Çay alır mısın?" diye sesleniyor birisi, dürter gibi sertçe soruyor. Niye gülüyorsun diyor yanımda oturan Hüseyin. Gülmüyorum diyorum. Deminden beri gülümsüyorsun diyor. Susuyorum. Sofraya, ana dönüyorum tekrar. Gürültü artmış; sık sık ''faşist'', ''handikap'', ''belirleyici olan'', ''hesap sormak'', ''adalet'' gibi kelimeler duyuyorum. Cümleleri anlayamıyorum, dinlemek de istemiyorum. Masanın bana uzak tarafında oturan adamla kadına takılıyor gözüm. Kadın epey çökmüş, adam daha sağlıklı, daha dinamik görünüyor. Kadın kendi tabağındaki yemediği börekleri adamın tabağına koyuyor, "O tabak bitecek." edasıyla çocuğuna kızan bir anne gibi görünüyor. Adam aheste aheste, adeta zamanı durdurmak ister gibi, kaplumbağa yavaşlığı ile gönülsüzce yiyor çatalın ucundaki peynir kırıntısını. Böreğe dokunmuyor. Arada sert üsluplu konuşma geçiyor aralarında, bana öyle geliyor belki de. Duyamıyorum konuşmalarını. Özensiz, kırıcı bir hâl var ikisinde de. Adamın tüm hareketleri çok yavaş; mimikleri, göz açıp kapaması bile. Aklıma geliyor Yaşar Kemal in "İnsan bir kere birine geç kalır ve bir daha hiç kimse için acele etmez." sözü. Bu adam için söylenmiş sanki. Yine gülümsüyorum.                                                 

 "Bir kapı önündeyim girsem suç, gitsem ayaz." diyordu biri. Bir başkası "Gitsem bütün akşamlar geç, sabahlar erken..." diyordu. Gidemedim; içimde bahar havası, coşku, neşe.. Oturdum, ölü evinde oturur gibi. Kahvaltı bitti, söyleşi başladı. Hataylı konuklar anlatıyor, dinleyicilerin telefonları çalıyor, arka arkaya, susmak bilmiyor. Telefonu açıp şimdi müsait değilim diye bağırıyor bir kadın. Ne yönetimden ne dinleyicilerden bir kişi bile uyarıda bulunmuyor. Konuk depremi anlatıyor; telefonlar çalıyor, içimde bir şeyler soluyor, coşkum kayboluyor, sebepsiz sevincimden utanıyorum enkazı dinlerken. Ölü evi benim içimde şimdi. Matem havası, boğuluyorum. Kalkıp çıkıyorum. Yürüyorum, her yer çok kalabalık. Halk eğitime kadar yürüyorum. Bahçesi sakin görünüyor, gidip oturuyorum. Defterimi çıkarıp yazmaya başlıyorum. Yükümü boşaltınca kağıda, sahilde yürüyeceğim arınmış olarak.