Hava yediye doğru karardığında bir şeyler atıştırıp biraz oturdum. Önce biraz kitap okumak istediysem de ani bir kararla yola çıkmaya karar verdim. Aslında bütün akşam ve öğleden sonra Ankara'ya gitmeyi düşünüyordum. İçimdeki his sadece yola çıkmaktan ibaretti. Ve hazırlık için çantamı çıkardığımda giderek azalan yolculuk hevesim, aklıma başka bir fikir gelmesiyle yeniden depreşiverdi.

 Ve şimdi çok sevdiğim koyu yeşil çantamla beraber Gökçeada'ya gidecek tek ve son akşam gemisinin karanlıkta yaklaşan ışığını izliyorum. Uzun zamandır istediğim Gökçeada ziyaretim sonunda gerçekleşiyor. İşin komik tarafı, hep aklımın bir köşesinde adaya tekrar gitmek olsa da hiçbir zaman bu akşamki kadar yoğun bir his yaşamamıştım. Uzun zamandır iş ve ev arasında gidip geldikçe hayatımla birlikte duygularım da monotonlaşıyordu.


Geminin yanıp sönen kırmızı ışığı biraz daha belirginleşmiş, limandaki araba sırası yavaş yavaş artmıştı. Bulunduğum yer Gelibolu Yarımadası'nın batısında Anzak Koyu’na oldukça yakın Kabatepe limanıydı. Gideceğim yeri, güzergahı ve yolculuğun nasıl olacağını bildiğimden arabasız gelmiştim. Servisten ineli yarım saat kadar olmuş, bir sürü insan Ege'nin dalgalı sularında akşam karanlığında ağır ağır yarımadaya gelen gemiyi bekliyordu. Hava hafiften çileştiriyor, insanlar esen Ege rüzgarının uğultusuyla karışık birbirleriyle sessizce sohbet ediyor, kimisi de arabalarında oturup telefon ışığı ve yağmurun pıtırtısı ile vakit geçiriyorlardı. Limanın ışıkları dışında alçak koyu bulutlardan dolayı her yer kapkaranlıktı. Arkamızdaki çam ormanı rüzgarın getirdiği kokusu ile kapkaranlık uzanıyordu. Önümüzdeyse deniz, liman ışıklarının hafif parıltısı dışında karanlık bir boşluk olarak dalgalanıp duruyordu. Sonunda gemi, karanlığın içinden ayaklanmış bir dağ gibi limana yanaştı. Yağmur hızlanmaya başlamışken geminin kapalı otoparkının kapısı dev bir balinanın esnemesi gibi açıldı. Önce gideceğim yerleri görmüş insanlar aceleyle inip Eceabat’a gidecek olan servislere doluştu, sonrasında ise yağmurda ıslanan arabalar birer birer gemiyi biz yeni yolculara bıraktılar. Nereden geldiği belli olmayan metal gıcırtıları, deniz ve gemiye has boyayla karışık metal bir kokuyla beraber oturma alanına çıktım. Karanlıktan hiçbir şey gözükmüyor olsa da ben yine cam kenarı bir yer bulup oturuverdim. Gemi dememin sebebi, içinde olduğum bu şeyin arabalı üstü açık vapurdan çok daha büyük, gerçek anlamda bir gemi olmasıydı. Oturduğum tarafın tam tersi yanındaki camdan limanın ışıkları buğulu şekilde seçiliyordu. Rüzgarlı hava yüzünden gemi kalkış saatinden neredeyse kırk beş dakika geç gelmişti. Ama ona rağmen limandaki herkes halinden memnun; yüzlerinde gülücükler, rengarenk yağmurlukları, kazakları ve şapkalarıyla fırtınalı bir açık deniz yolculuğuna hazırdı.


İçimdeki his heyecanla karışık bir huzurdu. İşimin ve tekdüzeliğin dışında hayatım şikayet edilecek bir noktada değildi. Hafifçe titremeye başlayan gemide oturmuş, hiçbir acelem olmadan anın keyfini çıkartmaya çalışıyordum. Önce yaşlıca bir kadın gelip çaprazıma oturdu. Kendi kendine bir şeyler söylenip daha sonra da kalktı. Kulağa biraz delice gelse de onun da keyfi yerinde, adeta sevdiği biriyle buluşacakmışçasına bir heyecanı vardı. Bir süre tuhaf düşüncelere daldım. Örneğin burada olmasaydım, hâlâ evimde olsaydım bunca insanın şu an ne yaptığını görmemiş olacaktım. Aslında hiçbir şey kaçırmış olmuyordum. Tanımadığım birkaç düzine insan karanlık ve rüzgarlı bir sonbahar akşamında denize açılıyor, yolculuk ediyorlar ve ben de onları gözlemliyordum. Ben burada olmasam da bu gördüklerim birer birer olacaktı ama bilmeyecektim. Saçma bir düşünce, ama her saçma düşünce gibi biraz üzerinde durunca tuhaf gelmeye başlıyordu. Sonra aklıma daha önce hiç gitmediğim yerlerde neler neler kaçırdığım fikri geldi ve kısa süren bir hayal deryasından gözümü farkında olmadan diktiğim kapı aralanınca sıyrılabildim.

Bu sırada gemi hareketlenip daha dalgakırandan çıkmadan sallanmaya başladı. Seferin iptal olmayacağından emindim ama bizi yine de adaya götürecek olan şeyin kocaman siyah beyaz bir beşik olacağını tahmin ediyordum. Birazdan limanın ışıkları da kaybolacak ve yarım saat boyunca belki de mutlak bir karanlığın ortasında yol alacaktık. Ve bu simsiyah boşluğu seyretmek için sabırsızlanıyordum. 

Dışarıda yağmurla birlikte denizin tuzlu kokusunu pencerelere vuran rüzgâr uğuldarken içerisi cıvıl cıvıl rengarenk insanların hep bir ağızdan konuşmalarıyla kaynıyordu. Uzak bir köşede bir bebek ağlıyor, yanakları pembe yaşlı kadınlar hararetle birbirlerine bir şeyler anlatıyordu. Bir grup genç, masada prize takılan bilgisayardan film izliyor, bazısı da etrafı ya da dışarıdaki karanlığı izleyip müzik dinliyordu. Ve kalan herkes; biriyle konuşmayan, izlemeyen ve dinlemeyen herkes kitap okuyordu. Herkesin bir buçuk saatlik bu yolculuğu değerlendirmek için bir uğraşı vardı. Ben koca gemideki en aylak, en boş duran kişiydim sanırım. İlk bakışta hiçbir şey yapmadan etrafı andaval andaval izleyen biri gibi gözüksem de benim de uğraştığım bir şey vardı, o da düşünmek. Etrafı izliyor, insanları inceliyor ve şu an neden burada olduğumu düşünüyordum.


Gemi limandan ayrılıp açık denize doğru yol aldıkça, Ege rüzgarı geminin sallanmasını arttırıyor, bu da bazı yolcuların yüzüne memnuniyetsizlik olarak yansıyordu. Bir süre sonra hararetli sohbetler azalmış, birçok kişi kendi kabuğuna çekilmişti. Ağlayan bebek de muhtemelen beşikte gibi hissedip derin bir uykuya dalmıştı. Bir ara ortalarda oturan genç bir kadının kucağındaki kedi fırlayıp yanında oturan insanların kucaklarında dolaşmaya başladı. Kedi herkese kendisini sevdirip sahibinin sıcak kucağına tekrar dönüp kadının kollarına çöreklendi. O sırada da olayı izleyen herkeste ufak bir tebessüm beliriverdi. Kedinin sahibi ile kedinin ziyaret ettiği seçilmiş kişiler arasında da kısa bir sohbet başlayıp hemen bitti. Tüm bunları izlerken bir yandan da güverteye çıkıp hava almaya karar vermiştim. Yağmurluğumu giyip telefonumu çantama bıraktıktan sonra ayağa kalkmamla yerime oturmam bir oldu. Sağa sola çarpan ve koltuklara hatta tanımadığı insanlara tutunarak yürüyen insanları izlemek bana hiçbir ders vermemişti. İkinci defa daha temkinli ve denge kurarak ayaklandım. Gemi o kadar çok sallanıyordu ki ancak pütürlü boyalı duvara tutunarak yürüyebiliyordum. Ve kapıyı açıp güverteye çıktığımda yüzüme vuran rüzgar ve deniz kokusuyla derin bir nefes aldım. Deniz, dalgaların güverteye çıkamayacağı kadar çok aşağıdaydı ama rüzgar yine de denizden aldığı tuzlu sularla güverteyi ıslatıyordu. Hemen kapının dibinde genç bir kadın sigara içiyordu, benim dışarı çıkmamla üzerleri ıslak iki kişi de gülüşerek içeriye girdi. Dengemi kaybetmemek için dikkatlice korkuluklara yaslandım ve karşımdaki karanlık boşluğun uğultusunu izlerken kaybolmaya başladım. Rüzgar arkamdan esiyor böylece kapüşonum açılmıyordu; gemideki insanlar, aklımda olan son okuduğum kitap, hava, akşam yemeğim, deniz ve rüzgarın esiş yönü kısaca her şey güzel ve yolundaydı.

Üzerinde durduğum metal yığını bir müddet şahlanıp birkaç saniye öylece durduktan sonra bu defa hiç olmadığı kadar titreyerek adeta koyu lacivert beton yığınına çaprazlama çarptı. Ve rüzgar bu defa daha ıslak esip her yerimi yıkayıp geçti. Biraz uzağımdaki metal kapı gıcırdayarak açıldı ve dışarı yine benim gibi kapüşonlu biri korkuluklara tutunarak dışarıya çıktı. Gemi tekrar yükselirken gözlerimi yine hiçbir şey göremediğim boşluğa diktim. Karanlık bir kaosu izlemenin verdiği keyifle yüzümde birkaç saniyelik bir gülümseme belirdi ve tutunduğum korkuluklar benden kurtulmak ister gibi tekrar titredi.

Biraz daha denizi dinledikten sonra güvertede içmişim de salona gidiyormuşum gibi sallana sallana oturduğum yere döndüm. Benim olduğum masaya biri oturmuş, az önce milletin üzerinde dolaşan kedi de masaya çıkmış sürtünecek yer arayıp kafası yukarıda onu seven elin etrafında dolanıyordu. Masama yaklaşırken duyamasam da kedinin çıkardığı mırıltılar kulaklarımda yankılanıyordu.

- Misafiriniz yok değil mi sormadan oturdum ama?

- Yok önemli değil buyurun.

 Elimle de masayı gösterip hafifçe kibarca karşılık verdim. Kimseyi rahatsız etmek istemezdim o yüzden karşımda oturan kadına da bakmadan gözlerimi tekrar camdan dışarıya çevirip adanın ışıklarının belirmesini beklemeye başladım. Müzik dinlemek için duyduğum her zamanki olağanüstü istek kendisini gösterirken bir yandan da gemideki hayatı ve bu insanları daha iyi deneyimlemek için sadece etrafı dinliyordum. Kedinin aniden masada bir şeyleri tokatlamasıyla ufak tefek gülüşler ve fısıltılar kulağıma kadar geldi. Tüylü ve tatlı yaratığa baktığımda benim gibi onlarca göz de onu izliyordu. Ardından bana doğru yaklaşıp kendisini biraz sevdirdikten sonra yaslandığım koltuğa zıplayıp hemen omzumun dibine kıvrılıp yatıverdi. Bu defa mırıltısı çok net bir şekilde sağ kulağımda titriyordu.

- Kıpırdama.

Karşımda oturan kadın kapüşonunu geriye atıp masanın üzerindeki telefonunu alıp bana doğru doğrulttu.

- Kedinin fotoğrafını çeksem olur mu omzunuzdayken?

Sadece kedinin değil benim ve kedinin fotoğrafını çekmek için izin istiyordu. Koyu renkli kapüşonu ve hâlâ açık lacivert parlayan su damlacıklarını görünce ben güvertedeyken dışarıya çıkan kadın olmalı diye düşündüm.

- Tabii, nasıl durayım? Kedi rahatsız olmasın da böyle iyi mi?

Yüzüme yapmacık bir ciddiyet büründürüp yine kafamı camdan yana çevirdim.

- Şimdi de kediye bakar mısınız? Elimde düzgün bir kamera olmadan poz falan istiyorum ama.

Bu cümle için kediye bakarken hafif bir gülümseme takınmadan yapamadım.

- Ne önemi var ki, çok kaliteli bir görüntü olmayabilir ama fotoğrafın kendisi güzel, bence öyledir yani.

Kedi de bana bir şey mi oldu der gibi bakıp ayaklandı, sahibinin olduğu tarafa seke seke yürümeye başladı.

- Güzel çıktınız. Yani kedi ve siz.

Gülümseyip telefonu bana doğru tuttu. Ama ışık ekrana yansıdığı için hiçbir şey göremedim. Telefona yaklaşsam da sabırsız biri olacak, daha ben göremeden hemen geri çekti. Göremedim de diyemedim.

- Çok sağ olun.

- Ne demek.

Gemi hâlâ titreyerek sallanmaya devam ediyor, yolcuların sesleri gitgide daha da azalmaya başlıyordu. Aklıma küçükken adalar hakkındaki düşüncem gelmişti. Kendimi bildim bileli haritaları severdim ve bir haritada ya da bir filmde bir ada gördüğümde onları kara kütlesinin devamı değil de denizlerin ya da okyanusların üzerinde yüzen kara parçaları olarak düşünürdüm. İşin komik tarafı gerçeği bilmeme rağmen yine de bana denizin üzerinde yüzüyorlarmış gibi gelirdi. Ve ada sanki batacak, adanın üzerindeki tüm binalar, yollar ve insanlar da adaya ağırlık yapıyormuş gibi gelirdi. Hele ki yüksek dağı tepesi olmayan adalar, onlar battı batacak tehlikeli bir kayık gibi gelirdi bana. Gerçeği, adaların denizler altından yükselen dağların dorukları olduğunu bilmeme rağmen hissiyatım ve hayal gücüm farklı çalışıyordu, iyi ki de öyle oluyordu. 

- Giderken sormayı unuttum büfede aklıma gelince size de getirdim, buyurun.

Bir yandan yerine otururken ufak plastik tepsiyi ikimizin arasına koydu. Şeker getirmemişti, zaten kullanmıyordum da. Dalgaların okşadığı gemi sallanırken karton bardaktaki sıcak minik denizi alıp üfleyerek bir yudum aldım. Dökülmemesi için yarısına kadar doldurmuşlar, içine de sıcaktan yamulan ince plastik bir kaşık atmışlardı. İçtiğim en kötü çaylardan biri olabilirdi ama kibarca teşekkür edip çıkan buharıyla burnumu ısıtan çayı üflemeye devam ettim.

- Adalı mısınız?

Pencereden başımı ayırıp uzayan yolculuğun sıkıntısından bunalan gözlerle bana bakan kadına baktım. Bir yandan sıkıldığı bir yandan da halinden memnun, içinde bir şeylerin heyecanını taşıdığı belliydi. Bıkkınlıktan çok yeni bir sohbetin ya da yeni bir şeylerin heyecanı sıkılmış yüzünde.

- Yok değilim, ama çok sık giderim, Çanakkale'de oturuyorum. Siz?

Sorulan sorudan memnun olmuş gibi cevap verdim. Gerçekten de öyleydim. Karşımda oturan insanın beni darlamaktan çok, zekice verecek cevapları olan ve eğlenceli bir sohbete dönüşebilecek cümleleri saklayan gözleri vardı. Bunu anlayabiliyor, belki de hissedebiliyordum. Fazla ön yargılı davranıyor olsam da bir kişinin konuşmasından, giyiminden ve hatta duruşundan bu tarz hislere kapılıyor olmamız da bir gerçekti.

- Ben de Çanakkale'de oturuyorum. Ama arkadaşımın bir evi var sık sık ben de giderim adaya. Daha önce gittiniz mi bilmiyorum ev adanın diğer tarafında kalıyor, Uğurlu tarafında.

- Bir gece fırtınadan gemi Kuzu limanına yanaşamamıştı, çok uzun sürdü ama Uğurlu limanına yanaşmıştık. Sadece o zaman gittim ama aynı bunun gibi bir geceydi. Arabanın aydınlattığı kayalardan ve yoldan başka bir şey göremedim.

Bir süre cevap vermeden başıyla uzun uzun onayladı. Gerçekten dinliyor ve düşünüyordu. Bu hissi yaşatan biriyle sohbet etmeyeli uzun zaman olmuştu. İnsanların yüzüne bakmadan konuştuğumu hatırlamamı sağladı. En son ben bir şeyler söylemiş olsam da kendimi konuşmak zorunda hissediyordum.

- Çok teşekkürler bu arada?

- Neden?

- Çay için, güzeldi.

Ilımış, buruşmuş ve içinde bir yudum kalan bardağı iki elimle tutuyor, ağız tarafını parmaklarımla sıkıp oynuyordum. Çayın güzel olmadığını ikimiz de biliyorduk, neden öyle dedim ki sanki? Hafif hafif gülmeye başladı.

- Önemli değil, deniz tutmuyorsa güzel yoksa çay da tetikler. Neyse, neden böyle şeylerden bahsediyorum ki durduk yere, tutmuyorsa da tutacak şimdi.

- Yok ya, o kadar kolay etkilenmiyorum.

Ben de gülerek tamamladım konuşmamı. Ve dudaklarım eski halini alırken, gemi olduğumuz tarafa doğru eğilirken her zamankinden daha şiddetli titredi. Uzak bir yerlerden kısa süreli bir bebek ağlaması başlayıp son buldu.

- Kitap okur musunuz?

Soruyu sorar sormaz pişman olmuştum. Durup dururken nereden çıktı şimdi bu? Kaldı ki alelade sorulacak bir soru değildi ki bu. Çok önemli bir soruydu. Okumuyorum derse ne diyeceğim? "Güzel, ben okuyorum bence sen de oku." Bu cümleyi kurmazdım ama kuracağım her cümleden bu anlam çıkmaz mıydı?

- Okurum tabii, bence siz de okuyorsunuzdur.

Kibirden ve insanlıktan uzak doğal bir orangutan gülüşü belirdi yüzümde. O an öyleydi, gülüşümde kibir olmadığını fark edene kadar kibirsiz tertemiz bir gülüştü. Şimdiyse ne kadar doğal olduğumu düşünürken orangutanlığım gitmiş farkındalık sahibi bir insana dönüşmüştüm.

- Evet.

- En son okuduğum bir yazıdan kısa bir kesit okuyabilir miyim? Sayfanın fotoğrafını çekmiştim kitabın orijinali yanımda yok ama oradan okuyabilirim.

- Tabii ki merak ettim şimdiden.

Gerçekten de şaşırtıcı bir çıkış olmuştu. Biraz yerimde toparlanıp telefonunu kısa bir aramadan sonra çantasından çıkaran kadına dikkat kesildim. Fotoğrafı bulduğunu belli eder bir bakış attıktan sonra, hazır olduğumu görünce okumaya başladı.

- "Neydi ve neresiydi en başı? Yatağımda yatıyordum, sırtımı sızlatan yatağa yenice serilmiş beyaz ve soğuk çarşaf tüm düşüncelerimi kesiyordu adeta. Sanıyorum ki, en başında epey bir soğuktu. Buz gibi bir kadavraydım fakat yatağıma henüz yeni girmiştim, üzerimde ipekten gecelik, tenime soğukça değdiğini de hissediyor gibiydim halbuki. Sonra yine üzerime serdiğim battaniye, yününü hissediyor gibiydim ipek kumaşın üzerinde, yine de epey bir soğuktu işte. Kara gömülüyormuş gibiydim, üzerimde de epey bir ağırlık. Kardan sonrası, sırtımın değdiği o buz parçası, irkilmemiştim bile buzu hissettiğimde, kafamın soğuk suya gömüldüğünü hissetmiştim. Ben artık bir kadavraydım, hareketsiz, hissiz, bir hiç."

Birkaç saniyelik bir sessizlik boyunca duyduklarımı düşündüm. Her bir kelime içimde bir his ve görüntü yaratmış, saniyeler içinde cümleler gözümün önüne gelen görüntüyü ve içimde uyanan hissi harlamıştı.

- Çok hoş. Kimin bu cümleler?

- Yazarı hatırlamıyorum. İlk düzenlendiğinde internette yayınlandığı zaman adı Sonraları'ydı kitabın. Daha sonra basıldığında ikinci baskısı gibi düşünülebilir bence, adı değişiyor ama inanın kitabın adını da unuttum. Yazar ve kitap isminden çok içindekiler aklımda kalıyor. Aynı anda birkaç farklı kitap okuduğum için de çok bilindik kült bir eser olmadıkça ya da yazar hakkında araştırma yapmadıkça isimler uçup gidiyor bende. Ama çok hoş değil mi, daha bu sabah okudum. Sabahtan beri dışarıdayım, evden çıkmadan önce hava aydınlanırken sırt çantamı topladım, hazırladım, giyinip kapıda durdum bir süre, tam çıkacakken biraz daha kalmaya karar verdim. Yağmurluğumu bile çıkarmadan mutfağa geçtim, çantamı da mutfak masasına koyarak başladım bu kitabı okumaya. İnce olduğu için biraz göz atmak istedim. Hava aydınlanmak üzereyken ışığı açmadan loş bir sabahta başladım okumaya. Sonra bir bakmışım gün aymış, yarım saati geçmiş; üzerimde yağmurluğum, yola çıkmaya hazır sırt çantam ve mutfağın serin havasında hâlâ kitap okuyorum. Sabah bir ara güneş açar gibi oldu, sonra yine bulutlandı hava. Tüm bunlar ve kitaptan okuduğum cümlelerle farklı biri olarak çıktım evden. Yani bambaşka biri oldum gibi bir şey söylemiyorum, abartmaya gerek yok elbette ama artık bu yazılanları okumuş ve düşünmüş olarak kendimi sokağa attım. Ne çok konuştum, kusura bakmayın.

- Olur mu, harika anlattınız. Bir an yaşıyor gibi oldum, çok keyifliydi dinlemesi. Ve haklısınız da; şimdi ben de az önceki ben değilim. İnsanın hayatında duyduğu ve okuduğu basit ya da kısa şeyler bile birikip kimliğimizi oluşturur bence. Kitabı okumadım dolayısıyla öncesini ve devamını bilmiyorum yazının ama kısaca şunu söylemek isterim: Fiziksel olarak değil ama duygusal olarak ölmüş veya ölmekte olan birinin sözleri gibi canlandı gözümde. Yazardan bağımsız bir karakterin taş bir mermerde üşümesi geldi gözlerimin önüne, heykel kadar gri birinin düşüncelerini dinledim sanki.

- Aslında garip bir dili var, o yüzden her okuyan farklı bir izlenim edinebilir bence. Tek bir ağızdan çıkan garip farklı cümleler. İçinde fırtına esen bir yüreğin ortasında dönüp dolanan farklı kelimelerin, kasırga gibi oraya buraya saçtığı kelimeleri okuyoruz işte. Belki yazan bile bu kadar derin düşünmez bilmiyorum ama neticede öyledir.

- Kontrolden çıkmış bir yazı gibi. Olduğu gibi duruyor gören biri için. Okuyucu içinse dönüp durmaya başlıyor okudukça.

- Okumuş gibi konuştun.

Siz diye hitap etmemesi tuhaf gelmişti. Neden bilmiyorum ama daha adını bilmediğim biriydi sonuçta.

- Siz diye hitap etmiyorum, umarım tuhaf gelmemiştir.

- Yok neden tuhaf gelsin, sohbet ediyoruz böyle daha iyi, ben de etmiyorum o zaman.

Yalan mı söylemiştim şimdi ben? Hiç sanmıyorum. Peki neydi bu, kibarlıktı bence.

- Çokbilmiş gibi süslü süslü cümleler kuruyorum ama birden içimden geldi konuştum öyle. Yazı etkiledi şimdiden baksana.

O da biraz güldü.

- Yok yok güzel dedin.

- Biraz hava alalım mı?

Sanki bir an bile düşünmeden hadi, deyip kapüşonunu geçiriverdi. Ben de aynı hareketi tekrarladıktan sonra düşmeden güverteye kadar varabildik. Yer gibi tutunduğumuz soğuk beyaz metal korkuluklar da ıslaktı. Adanın ışıkları iyice belirginleşmiş, yıldızların akşam maviliğinde belirginleşip büyümesi gibi zifirî karanlıkta yanıp sönüp ağır ağır büyüyorlardı. Deniz aşağımızda gürültüyle kaynarken geldiğimizde burada olan son kişinin de içeriye girmesiyle güvertede sadece ikimiz kalmıştık. Aynı anda konuşmadan yer değiştirip güvertenin diğer tarafına geçtik. Ben ellerim ıslandığı için çekinerek korkuluklara tutunurken o dirseklerinden dayanmış kollarını ıslatan soğuğa aldırış etmiyordu. Yavaşça kolunu kaldırıp kara görmüş bir denizci gibi karanlığı işaret etti.

- Semadirek adası şu tarafta kalıyor değil mi? Gündüzleri açık havada devasa bir şekilde durur normalde uzaklardan. Tam da orada biz göremesek de Thetis'in sarayı uzanıyor; Semadirek ile Gökçeada'nın arasında, asıl adı ile İmroz'un. Truva Savaşı'nı oğlu için dua ederken oradan izlemiştir herhalde.

- Deniz tanrıçası değil mi?

- Evet.

Rüzgar kapüşonunun uçlarını dalgalandırırken uzaklara dalmış izliyordu. Ben de bir süre sonra kendimi kaybedip karanlığa daldım.

- Buradan fay hattı geçiyor, o yüzden o kadar derin ki karaya yakın olmasına rağmen o dönem yaşayan Egelilerin anlam veremediği kadar koyu ve tehlikeli bir körfez burası, Ege Denizi'nin diğer kısımlarına göre kıyasladığında. Anlaşılamayan her doğa olayında olduğu gibi, buranın bu kadar derin olmasının sebebi için olsa olsa tanrıçalardan birinin sarayı vardır demişlerdir herhalde. Bunları neden anlatıyorum bilmiyorum ama ilginç geliyor. Şimdi bizi üşüten bu rüzgar, o zamanlar buradan geçen insanların Thetis'e ettikleri duaları taşıyordu.

- Ben de kısa bir şey anlatabilir miyim o halde, dinlemek istersen eğer?

- Çok kibarsın anlat tabii, güzel bir şey olsun ama.

Gülümserken rüzgardan çenesine dolanan saçlarını düzeltti.

- O zaman anlatacağım şeyi değiştirip daha güzel bir şey düşüneyim bir dakika.

Kendi yaptığım espriye gülüp tekrar karanlığa bakmaya başladım. Ben anlatmaya başlamadan önce Ege havasını içime çekerken gemi tekrar sarsıldı ve titreyerek olduğumuz yöne doğru eğildi.


- Tepeköy'de yaşlı çınar ağaçları var görmüşsündür. Hepsi ufak bir araba kadar büyük gövdeleriyle yüzlerce yıldır orada duruyor. Ama benim anlatacağım hikaye aynı yerde, turistlerin genelde gezdiği çınarların daha yukarısında neredeyse hiç kimsenin bilmediği başka bir ağacın hikayesi. Ve o çınarlardan belki de bin beş yüz yıla yakın öncesi. Tepeköy yani eski ismiyle Agridia'da Timios isimli bir çocuk minik bir koruluğun ortasına zeytin çekirdeği gömer. Zeytin çatlar; fide olur, büyüme başlar ve yapraklarının gümüş rengini aldığı yaşlarda büyümesi durur. Kıvrımlı gövdesi eğrilir büzülür ve daha fazla uzayamaz. Ağacın filizlenmesiyle hayat bulan kendine Lypiménos diyen ağacın nemfi henüz güneşi bile göremeden çaresizce kuruyarak ölümü beklemeye başlar. Günlerden bir gün Timios genç bir delikanlı olmuşken koruluktan geçer ve küçük zeytin ağacını görüp onu ekenin kendisi olduğunu hatırlar. Ağacın yanına gittiğinde nemf ona yalvarmaya başlar. Önce kendisini duyabildiği için tanrılara şükreder daha sonra da yakın zamanda öleceğini anlatır. Timios da bu duruma kederlenip yapabileceği bir şey olup olmadığını sorar. Lypiménos ağacın dibindeki bir kayaya oturur ve konuşmasına hüzünlü bir şekilde devam eder: "Güneşi göremiyorum, incecik gövdemi çatırdatıp yeni çıkan dallarımı kıran fırtınalar dışında yağmurlarla ıslanamıyorum. Şu üzerine oturduğum taş nesiller sonra bile burada olacak, ama ben olmayacağım. Şu dibimdeki ağaçların dalları biraz olsun aralansa, günün birazında güneş gri yapraklarıma vursa ve Maia'nın lütfu biraz da benim ince köklerime düşse ne güzel olurdu..." der. Timios nemfi dinledikçe yüreğinde büyük bir merhamet ve yardım etme isteği kabarır ve yardım etmek için söz verir. Köye döner, durumu arkadaşlarına anlatır ve başta inanmayanların sayısı çok iken daha sonra inananların sayısı artar. Ve bir anda herkes köylerinde onlara bereket getireceğine inandıkları bir nemfin doğduğunu düşünür. Eli balta tutan herkes zeytin ağacının etrafını sarar ve hiç düşünmeden minik ağacın etrafındaki bütün ağaçları kesmeye başlarlar. Timios gencecik yaşında, uğurlu olduğunu düşündükleri bir şeye inancı olan onlarca kişiyi inandırır, ama ağaçları kesmemeleri için tek bir kişiyi bile ikna edemez. Köy halkı delirmiş gibi onlarca ağacı keser ve yüzlercesinin dallarını sebepsiz yere budar. Ve yaptıkları işten gururla köye dönerler. Timios zeytin ağacına döner ve nemfe seslenmeye başlar. Bir müddet sonra Lypiménos'un sesi ağlayarak duyulur. Hıçkırıklar içinde çığlıkları duymadın mı, diye sorar Timios'a. O da hiçbir şey duymadım, der. Lypiménos ağlamaya devam eder ve "Hepsi benim yüzümden öldü; oysaki ben sadece yaşamak istemiştim." der. Ceres de o sırada öfke ile tüm bu olanları izlemektedir. Açgözlü köylülerin hepsini evlerinin önünde birer deve dikenine dönüştürür. Lypiménos'a ise daha ağır bir ceza verir çünkü Timios duyamasa da o yaşamak istediğinde diğer ağaç perilerinin de yaşamak istediğini, ona bu isteğinden vazgeçmesi için yalvardıklarını duymuştur. Ama Ceres'e dua etmek varken gidip bir fâniden yardım dilediği için Ceres onu sonsuza kadar yalnızlığa mahkum eder. Toprağına ne bir damla su değer ne güneş ona bize parladığı gibi parlar; ne konuşacak bir nemf ne de meyvesinden yiyecek bir insan bulabilir.


Konuşmam bittiğinde gemi limana doğru dönüyor, ışıklar bizim olduğumuz tarafa da vurmaya başlıyordu. Gemiyle birlikte rüzgar da yönünü değiştirdi ve ikimiz de hâlâ karanlığa bakıyorduk. Birkaç saniyelik bu sessizlikten sonra karanlığa doğru konuşmaya başladı.

- Çok güzelmiş, gerçekten öyle. Sonu yalnızlıkla biten hemen her hikaye, yazı veya film çok etkiler beni. Bu da onlardan biriydi. Sağ ol anlattığın için. Şimdi bir zeytin ağacının yalnızlığını, bu anlattığını unutana kadar hatırlayacağım.

Gemi yavaşladıkça az da olsa sallanması da ağırlaşmıştı. Sağa sola tutunmadan yürüyüp ağır güverte kapısını açıp içeriye geçtik. Herkes toparlanıp arabalarına geçmiş, servise binecek olanlar da yine geminin alt katında toplanmıştı. İçerisi ise az önceki konuşmaların yerini aldığı geminin kendi uğultusuyla bomboş kalmıştı. Tüm boş koltuklara baktıkça ayaklarımızın altında görmediğimiz insanların bekleyişi geldi aklıma. Oturduğumuz yere geçip çantalarımızı giyerken birden koltuğa oturuverdi.

- Biraz daha duralım mı? Acelen yoksa tabii.

- Olur.

Çantalarımızı çıkarmadan oturduk ve konuşmadan uğultulu bir sessizliği dinlemeye başladık. İkimizin de aklında rüzgarda çatırdayan yalnız bir zeytin ağacı vardı.