Şimdi burada ne yapacağım? İlk kez bir başka yöne adım atmak bu denli olanaksız. Sahiden söylüyorum bunu. Bir deliğe düşmüş, dışarı adımımı attığım anda ölüm beni bulacakmış gibi hissediyorum. Dışarıda beni bekleyen bir hergele, bir katil ya da azıtmış bir kalabalık yok. Yine de her nereye gidersem gideyim, bulunduğum yerden başka, en azılı katili diriltmiş, kendimi yine kendime teslim etmiş olacağımdan korkuyorum. O yüzden bu gece kendimi öldürmek yerine, siz değerli okurlarımı eğlendirmeye karar verdim. Öyle ya, bizim acımız, sizin eğlencenizdir. 


Nereden çıktı evlilik fikri? Hatırlıyorum. İlk peder atmıştı bu düşünceyi ortaya. Nedeni belli. Malum, yoksullaştık. Sadece biz değil, tüm memleket yoksullaştı. Yalnız pek kızıyorum peder beye. Memleket yoksullaşırken kazancını artırmayan zengin mi olur? Oluyor işte. Dahası, üzerine nasıl bir iş başarmışsa, yoksullaşmayı dahi becermiş. Sonuç olarak, bir miktar mülk kaldı elimizde. Bunları da servetimizi yitirdiğimizi gizlemeye ve elbette, yeni servet arayışları sırasında yolluk olarak yanımızda bulundurmaya karar verdik. Sonuç da alacaktık. Ben olmasaydım, bir aile kurtulmuş olacaktı. Yine de suçlamıyorum kendimi. Zira ben olmasaydım, bir başka aile de ilk kurulduğu andan itibaren zehirli, ölümcül bir şeye dönüşmüş olacaktı. 


Öyle, böyle derken bir biçimde kendimi bir kadınla buluşurken buldum. Kendime nerede olduğumu sormama, biraz olsun şaşkınlık duymama dahi vakit bırakmadan yüzüme güldü bu genç kadın. Güzel miydi, bilmiyorum. Pek o gözle bakmadım galiba yüzüne. İlgileniyor değildim bununla. Yine de bir parça güzeldi tebessümü. Hoşuma gitmedi desem, şimdi burada yalan söylemiş olurum. Niçin bu kadar sıcaktı, niçin beni ilk gördüğü andan itibaren sanki önceki yaşamı boyunca en çok bana gereksinim duymuş ve bu yılları benden mahrum geçirmiş gibi davranıyordu, açıkçası bunu anlayamıyordum. Yine de onu kısa sürede alaşağı etmekten ötürü hoşnuttum. Lütfen bu tabirimi bağışlayın! Ancak hepiniz zaten aşk öykülerinizin başlangıcında birini alaşağı etmiş olmaktan gelen o zevk duygusunu yaşamıyor musunuz? Aşka olan bakışımla ilgili değil bu. Aşkın gelmiş olduğu noktayla ilgili. Her neyse! Böyle zırvalayıp sayıklamak yerine, söze dönmek gerek. Gerçi, bunun bir aşk öyküsü olmadığındaki ısrarımı yinelemekten de kendimi alamayacağım ya, yine de söze dönmek gerek. 


Her şeyi anlattıktan sonra evimde bir kutlama havası oluştu. Bu insanların bu tavırlarını görünce, o genç kadını alaşağı ettiğimi düşündüğüm için kendime yönelik duyduğum tiksintinin zerresi kalmadı içimde. Hepsini, tüm o tiksinti duygusunu bu insanlara yöneltmekte zorlanmadım. Çekildim odama. Yine de bu kadar kızmaya, başkalarını suçlamaya hakkım olmadığını biliyordum. Bu oyunun içine bile isteye dahil olmuştum. Fakat bir şey vardı içimde. Bir şey. Ne olduğunu, nereden gelip de içime oturduğunu kestiremediğim bir şey. Hayır. Bu kadına âşık olmuş değildim. Bakın! Yine aynı ısrarı gösteriyorum. Yine de haksız olduğumu göstermez bu. Başka bir şeydi çünkü içimdeki. Evlenmek, bu kadına tüm hayatımı armağan etmek istemiyordum. Eskiler de değildi aklımı böylesine kurcalayan. Aksine, yenilerdi. Bu kadınla evlenerek aşktan uzak bir yaşam verecektim kendime. Oysa ben henüz âşık olunacak o kişiyle karşılaşmadığımı, buna ise pek az bir zaman kaldığını sanıyordum. Bütün bu düşünceler, yaşamı ve insanları oyalayıp bekleyişim, bu evlilikle birlikte son bulacaktı. 


Nedendir bilinmez, hiçbir zaman bir erkeğin bir ilişkiyi, bir evliliği, hele ki karşısındaki güzel bir kadınsa, reddetmek isteyebileceği kimsenin aklının ucundan geçmez. Dahası, bunu yapan bir erkek ötekiler tarafından kınanır, aptallık etmekle, ahmakça davranmakla suçlanır. Doğadan aldığımız bir mirastır bu belki de. Daima erkeğin bir seçenek, kadının ise seçici taraf olduğuna inanmış, yürüyoruz. Oysa bizler de fazlasıyla güzel bir kadından kendimizi uzak hissedebilir, bir başka güzelliğin peşinden koşturmayı canı gönülden isteyebiliriz. İşte ben, ne olduğunu ve neye benzediğini bile bilmediğim bir güzelliğin peşinden koşturmayı sürdürüyor, bu yüzden evlilik aşamasına geldiğim bir güzelliğe bakamıyor, baksam bile onu göremiyordum. 


Kadından söz etmek gerek. Adını dahi söylememiş olduğumu görüyorum. Buna gerek de yok ya, yine de söyleyelim. Defne. Yaşı yirmi. Gözleri kara. Saçları kıvırcık. Elmacık kemikleri pek belirgin. Daha ne olsun! İşte bunu bilmiyordum. Onu sevmek için daha ne olması gerektiği aklımın ucundan dahi geçmiyordu ancak yine de onu sevmemek için onlarca neden sayabilecek gibi hissediyordum kendimi. Üzerinde kırmızı, çiçek desenli, hoş bir elbise vardı. Her şeyiyle hoşuma gidecek bir kadındı aslında. Ancak yaşamıma henüz dahil olmamış ve beni kendisine şimdiden aşık etmiş o kadın her kimse, tüm bu güzellikleri bir sahte tebessümle izlememe neden oluyordu. 


Aradan uzun bir zaman geçti. Söz, nişan. Bu ayrıntılardan fazlaca söz etmeye lüzum yok. Sonunda iş evlilik noktasına kadar geldi. Bana kalsa hiç görüşmeden, nikah masasına oturana dek bir dakika bile birlikte vakit geçirmeden sürdürebilirdik bu işi ancak yine de ailelerin ısrarları, zaman zaman bizi bir araya getiriyordu. Bu anlarda da havadan sudan söz ediyor, birbirimize sıcak davranıyor ancak hiçbir biçimde iki âşığın yakınlaşmasını yaşamıyorduk. Bunu ikimizin de istemediğini, onun da benim gibi sahte davranışlarla hareket ettiğini hissediyordum. Buna karşın ona inanmaktan kendimi alamıyor, tavırlarında sahtelik gördüğüm için kendime kızıyordum. Yok, hayır! Bu kadına kesinlikle aşık olmuyordum. Ancak bilirsiniz, insan sahteliğin ve kurnazlığın tümüne yakını kendisinde olsa bile karşısındakinde bunlardan birer zerre görse dahi dayanamıyor, güceniyor. Gücenmekle onun tavırlarının sıcaklığına inanmak arasında gidip geliyordum. Buna ihtiyaç duymadığımı kendime anlatmaya da çalışıyordum ancak dediğim gibi, bu gücenme duygusu bir türlü yakamı bırakmıyordu. 


Aileyle tanışma faslı da tam bir rezillikti benim için. Doğrusu, dışarıdan bakan bir göz için her şeyin yolunda gittiği, bu ailenin gözüne girdiğim söylenebilirdi. Aile için de bunun böyle olduğunu, benden hoşnut olduklarını görebiliyordum. Yine de benim bu tiyatroya daha fazla katlanacak gücüm yoktu. Bu yüzden tiksinmekle, bu oyuna aldananların tümüne acımakla yetiniyordum. Defne’nin annesi, sözün bir yerinde bana "Sen artık bizim de bir evladımızsın,” dediğinde örneğin, ayağa kalkıp bağırmak ve “Yetti artık saçmalıklarınız!” demek dururken sessiz kalmış, başımı öne eğmiş ve yalnızca belli belirsiz bir teşekkür sözcüğü dökebilmiştim dudaklarımdan. 


Sonunda nikah günü gelip çattı. Artık kurtuluşun olmadığına tümüyle inanmış, “Evet!” diyeceğimiz ve bu sahteliği artık içinden çıkılmaz bir kâbusa dönüştüreceğimiz anı bekliyordum. Herkes toplandı. İzleyenlerin birçoğu gülümsüyor, bazısı bize imreniyor ve geleceğini bizler gibi şekillendirmeyi arzu ediyor, bazısı da bizde geçmişini görüp o eski güzel günlerinin uzakta kalışına yazıklanıyordu. Bunların tümünü apaçık görebiliyordum. Masaya kurulmadan, nikah memuruna bizi cezalandırması için neredeyse yalvaracağımız o an gelmeden önce, sahnenin arkasında oturmuş, Defne ile birbirimize boş boş bakıp duruyorduk. Nereden esti, bilmiyorum. Açılmak, dökülmek, aklımda ne varsa onun önüne atmak istedim. Son çırpınışımdı bu benim. İşe yaramayacağını düşünerek, büyük bir çaresizlik içinde önünde eğildim. Oturduğu koltuğun önünde, ayaklarının dibinde ellerini tuttum. 


“Defne Hanım! -Ona böyle hitap etmeme şaşırmış ve yalnızca bu sözle bile diyeceklerimi anlamış gibiydi.- Ben evlenmek istemiyorum. Sizinle ya da bir başkasıyla. Ben yaşamımı şimdiden bir senede bağlamak istemiyorum.” 


Sarhoş gibi sayıklıyordum. Ne söyleyeceğimi şaşırmış, her şeyi birbirine katmıştım. Nereden çıkmıştı şu ‘senet’ sözü! Yüzüne baktım. Hiç de üzülmüş görünmüyordu. Daha çok şaşkınlıktı bu yüzündeki. Daha da ilginç olanı, neredeyse sevinçti. 


“Yanlış anlamayın. Sizinle bir sorunum yok. Ben bu evlilikten daha şimdiden tiksiniyorum. Çünkü gerçek değil. Hiçbiri gerçek değil. Ne sizi seviyorum ne de ailenizin bir evladı sayıyorum kendimi. Sırf para uğruna. Her şey para uğruna. Ailem eskisi gibi varlıklı falan değil. Bir evlilik değil bu. Soygun. Çok doğru! Bu bir soygun! Lütfen kanmayın bana! Bu insanlara inanmayın!” 


Bu kez şaşkınlığı da geçti durumun aksi yönde yüzünde yaşanan değişim. Gülmeye başladı. Ölmekten son anda kurtulan birinin gülmesiyle eşti bu. Atlatılan tehlikenin yarattığı korkunun her şeye karşın geçmediğini gösteren ancak rahatlamanın ve kurtuluşun da içinde barındığı bir gülümseme. Bana sarıldı. Sonra yanlış bir şey yapmış gibi geri çekildi. 


“Bir bekleyenim vardı benim. Oysa burada sizinle... Neyse! Gidip söyleyelim her şeyi. Yol yakınken dönelim buradan!” 


Heyecanla yerimizden kalkıp el ele sahneye yürüdük. Birbirimizden kurtulacağımız için o denli heyecanlıydık ki, birbirimizin elini sıkıca tuttuğumuzun, dahası iki tutkulu âşık gibi yürüdüğümüzün farkında dahi değildik. İkimizin de yüzü gülüyordu. Sahneye çıkışımızı görenler birden bir alkış tufanı kopardılar. Öyle bir coşku oluşmuştu ki önlerine gelişimizle, birbirimizi sevmediğimiz yönünde dedikodular çıkarmış kimseler bile duygulanmış görünüyor, dahası bizi sevinç içinde alkışlıyorlardı. Bir şeyler söylemeye çalıştım. Sesimi duyan olmadı. Alkışlar bitmek bilmiyordu. Bittiğindeyse, bir müzik duyuldu salonda. Hiç hesapta yoktu bu. Olmayacağını sanıyordum. Büsbütün yitirdim mecalimi. Bir şey söyleyecek gücüm kalmadı. Söylesem de anlayan olmayacaktı. Defne’nin yüzüne baktım. O da bir şeyler söylemeye çalıştı. Sonra o da vazgeçti bundan. Nasıl olsa anlatırız, diye düşünüyorduk. Tüm bu gürültü bittiğinde, bizi dinleyen biri olur sanıyorduk. Ne oldu, nasıl oldu, bilmiyorum. Bir şekilde nikah masasına oturduk. Sonunda anlatma çabasından vazgeçtim. Hiçbir şeye mecali kalmasa bile biraz koşacak, kaçacak gücü bulur insan içinde. Ben de kaçtım. Koşarak kaçtım. 


Yalnız, giderken Defne’nin yüzüne son bir kez dönüp bakmadan edemedim. Ağlıyordu. Gülmesi gerekmez miydi? Anlayamıyordum. Anladığım bir tek şey vardı o anda. İhale benim başıma kalacaktı. Bu salonun katil ruhluları, benim izimi süreceklerdi yaşamları boyunca.