Ulu Torosların eteklerinde, Kahramanmaraş'ın Döngel kasabasında derin, büyük ve kimine göre ürkütücü bir güzelliğe sahip çok sayıda mağara bulunur. Bu mağaraların bazısından su çıkar, belli belirsiz bir şelale olur. Şelaleden düşen bu sular da yıllar yılı kayaları delip kendine küçük bir vadi oymuştur. Kimi coşarak, kimi sızarak akar gider; kasabanın çıkışına doğru bir göle dönüşüverirler.

Bilhassa hafta sonu insanlar civar yerlerden buraya piknik yapmaya gelirler. 

Vadide akan suyun üstüne tahtadan çakılmış çardak denilen oturaklar bulunur. İşte bu çardakları muhtar adına Celal kiralar. 


Celal'in bir hasta babasından başka kimi kimsesi de yoktur, annesi öleli ise yıllar oldu. Ailenin en küçük evlâdı. Kardeşleri okudu gitti, babası yatağa düşünce Celal'i okutmadılar. Celal de köyde kalıp ana babasına göz kulak olsun dediler. Celal her sabah kalkar, babasına güç bela bir şeyler yedirir, ilaçlarını verir, yatak yaralarını temizler, sonra çardakların başına giderdi. Allah'ın rızası yeter derdi. Ama içten içe bir hüzünlüydü de. Yaşamak isteyip yaşayamadıklarına düşünür, dalar giderdi arada. Bir gün oldu, Celal babasını da toprağa verdi. 


Köylünün ağzı durmaz.

"Allah rahmet eylesin. Çok çekti adamcağız. Allah yanına aldı da kurtardı. Ya ya, Celal de durmaz artık, çıkar gider köyden. Durmaz durmaz, iki gün olsun durmaz gider. Ayıp etti kardeşleri, o kadar okumuşlar, ne aradılar ne sordular. Ya ya, vefasız çıktı vefasız. Bir Celal iyiymiş içlerinden. Okumakla adam olunmaz demişler boşa mı demişler? Toprağı bol olsun, köyümüzün büyüğüydü. Celal'den başka evlâdı yoktu mezarı başında. İnsan babasının mezarına atacağı bir toprağı çok görür mü? Duyduk, Celal gitmeyecekmiş, köyde kalacakmış. Ben yol bilmem, iz bilmem, nereye gideyim demiş. Babamın mezarını koyup gitmem demiş. Büyükşehirde yapamam demiş. Ata toprağı memleket terk edilmez demiş. Edilmez, edilmez de memleket doğduğun değil, doyduğun yerdir. Haklı, çocuğu okutmadılar, eline iş vermediler, nereye gidecek? Kardeşleri elinden tutsun. Kardeşleri aramaz sormazmış. Allah yardım etsin. Cenazeye gelmeyen adam kardeşine yardım eder mi? Etmez. İyi bir işi olsa evlendirirdik. Evlendirirdik ama çardakçılıkla ev geçinmez. Emine varmış yukarı köyde, onun da kimi kimsesi yokmuş, tanıştıralım, yuvaları olsun. Evlendirelim evlendirelim, yuva kurandan Allah da razı olur. Celal iyi çocuk, çalışır eder, karısına da bakar, evi de geçindirir. Bir kuru ekmek olsun, yer, geçinirler. Muhenete muhtaç olmadıktan sonra. Celal iyi çocuk da bir huyu var garip. Konuşur kendi kendine arada. Çok okur. Yalnızlıktan o, yalnızlıktan."


Babası vefat edince köyü sardı bir dedikodu. Varsa yoksa Celal. Celal ne köyden gitmek ister ne evlenmek. Terk derdi vardır, okumak. Tüm gün bunu düşler de akşam eder, iş bitsin, akşam, olsun eve gideyim, okuyayım der. O böyle yaptıkça laf söz buyur, çoğalır. 


"Evlenmez de ne ister, köy yerinde bekârlık olur mu? Erkektir, gözü kayar. Emine’yi beğenmemiş, olmaz demiş. Gönlü birindeymiş ama söylemezmiş. Gönlünü bağladığı evliymiş. Evliymiş ya, evliymiş. Okudukları aklını başından aldı Celal'in. Bu kadar okumak iyi değil. Allah yoldan çıkarmasın kimseyi. Çıkarmasın komşu, çıkarmasın."


Celal köye sığmaz oldu. Çaldığı kapı açılmaz oldu. Bir yandan içindeki dert yiyip bitirmeye başladı kendini. Oturuyor, kalkıyor, düşünüyor, beni tutan ne kaldı, kalkıp gideyim diyor. Bir elimden tutan olsa o zaman neler yapardım diyor. Diyor da elden bir şey gelmiyor. Günler birbiri ardını kovalamaya devam ediyor. Köyün çocukları bile çıkıp gitti Antalya'ya, Muğla'ya; çalışıyor, ekmeğini kazanıyor. Sezon bitince dönüyor köye, biz bu ellerde çürütemeyiz kendimizi diyor. Celal'e nispet yapar gibi. Ya Celal? Yaş geçmiş, baş geçmiş, bir kez olsun köyden çıkmamış, yol bilmez, iz bilmez, ne yapacak, ne iş tutacak el memlekette? İşte böyle düşünür Celal, ister istemez köylüye de hak veriyor. 


Gün oldu, Celal yine çardağın başına gitti. Bir araba yanaştı 35 plaka. Buralarda pek rastlanılmaz. İçinden dört beş kişi indi, şekli şemali, görüntüsü bir garip. Erkeklerin saçı uzun, kızların kimisinin saçları pembe-mor. Vardılar, çardağa kuruldular. Celal gitti yanlarına para isteyecek ya! Lakin dili varmıyor. Bir kız var, aralarında görenin nutku tutulur. Bukle bukle saçları omuzlarına sarkıyor. Gözleri yeşil. Celal yıllardır buralarda ama ilk defa görüyor böylesini. Kız Celal'e cana yakın gülümsüyor. Garip! Köyün kızları hiç böyle değil oysa. En son dili çözüldü Celal'in, çardakların ücretini isteyiverdi. Öderiz dediler, dert etmediler. Celal de aldı parayı, uzaklaştı. Uzaklaştı ama aklı da orada kaldı. 


Az bir zaman geçti. Celal vardı bir taşa dayandı. Çayını yudumluyor. Çok içmez ama bir de sigara yaktı. İster istemez gözü bir 35 plakaya birde yeşil gözlü kıza çarpıyor. Buraya genelde aileler gelir, arkadaş grupları da gelir ama bu gelenlerin sohbetleri bir neşeli bir canlı. Hayat enerjisi akıyor üstlerinden. Var bir hikmet, seziyor insan. Derken yeşil gözlü kızla bir an göz göze geldiler. Hiç beklemiyordu Celal. Kız bir hışım kalktı yerinden, Celal'in yanına yaklaşıyor. Acaba yanlış mı anladı bir şeyleri? Ne bakıyorsun diye mi kızacak? Sigarayı söndürdü Celal, telaşlı. Üstünün tozunu temizledi. Gökçe geldi geldi, yaklaştı: "Gezelim mi biraz buraları?" dedi. Gökçe imiş adı, orada öğrendi. Bir süre bakıştılar anlamsız. Sonra ormanın içinde mağaralara çıkan patikayı çıkmaya başladılar. 


Tiyatro oyuncusuymuş Gökçe, turneden dönüyorlarmış. Celal'in ansızın dili çözüldü gözleri parladı. En büyük ülküsünü anlatacak yer buldu ya daha ne olsun! Tiyatrocu olmak. Çocukken Celal köydeki okulda bir kere tiyatro izlemiş o günden beri içinde sönmez bir alev. Ama imkanı olmamış. O da okumakta bulmuş çareyi. Okumuşta usanmamış. Ondandır halen bu kadar okur ya zaten! Gökçe ise pek oralı değil daha çok manzarayla ilgileniyor. Dağları soruyor, mağaraları soruyor. Gölden bahsediyor. Sadece İzmir’de yaşadığını anlatıyor. "Teos İzmir'de değil mi? Hani şu eskiden tiyatro festivalleri yapılan..." diye soruyor Celal. Gökçe şaşırıyor "Eskiden? Bayağı eskiden ama. Antik çağlarda. Gelmiş miydin hiç?" "Yok, okumuştum ama." "Buralarda yaşlanmazsın sen." "Benim de hep bir hevesim vardı tiyatroya, tabii köy yerinde kalınca uğraşamadık. İmkanım olsa diyorum, ben de isterdim sizin gibi böyle turnelere gitmeyi. Oyunlar çıkarmayı felan." "Ya okuyorsun sen belli, bilgilisin. Uğraşırsan yaparsın tiyatroyu ya, zor değil." Nasıl bu kadar olağan karşılayabiliyor?


Tabii ya! Gökçe bilmiyor köy yerinde ufacık bir dünyanın içinde sahneleri arzulamayı; bir hayale, hedefe sahip olup bu küçücük yerde ele avuca sığmamayı bilmiyor. Gökçe için olağan olana buralarda ulaşmanın ne denli zor olduğunu bilmiyor veya biliyor da umursamıyor. Konuşacak onca konu varken Gökçe varıp çakırdikenlerini soruyor, diken işte neyini soruyorsun bunun. Bir yerde okumuştum o diken bu diken miymiş diyor sonra da. Laf dönüyor, dolaşıyor, bir daha da Gökçe'nin oyunculuğundan açılmıyor. Hangi oyunlarda sahne aldı, en sevdiği oyun yazarı kim? Peki nasıl etti girdi bu tiyatro işine? Ya Celal, yapabilir mi böyle, girebilir mi böyle ekiplere ha deyince? Yok. Celal konuyu çevireyim diye uğraşsa da olmuyor. Nasıl sanatçısın, bu konular nasıl ilgini çekmez de dağlar taşlar çeker? Celal sessiz. Gökçe bir konuyu açsa Celal anlatacak, anlatacak da belki o da çekip İzmirlere gidecek, muradına erecek. Ama yok. Gökçe bu seferde mor dağlar nerede diye soruyor. Ne mor dağı? Dağın mor olduğu görülmüş mü şimdiye dek? 


Gökçe'nin annesi devlet sanatçısıymış. Gökçe'yi tiyatroya o yönlendirmiş de öyle oyuncu olmuş. Bunu öğrenebiliyor Celal laf arasında. Devlet sanatçısı bir anneye sahip olmak... Bir de kendi garip anasını düşünüyor Celal. Dağdan odun çeken anasını, kazanda elbise yuğan anasını, bahçeyle uğraşmaktan eli ayağı yara bere içinde kalan anasını... Erkenden yetim kalan köylünün "krık" diye lakap taktığı anasını... Anneyle ana sözcüğünün bu kadar keskin bir ayrımı olmasına şaşırıyor ister istemez.


Gırık Haççaa derlerdi Celal'in anasına. Menderes zamanı köye motor gelmiş ilk defa. Haçça'nın babasının tarlasında da kocaman bir kaya varmış çıkarmaya adamın gücü yetmez, öküze çektirsen öküzü çatlatır. Bunu kaldırsa kaldırsa motor kaldırır yerinden demişler. Haçca'nın babası Bahri emmi, yalvar yakar tüccardan motoru istemiş. Tüccar da o yılki hasattan pay istemiş de öyle vermiş motoru. Gözü açık adammış, boşa mı tüccar olmuş? Motor da motormuş sanırsın rahvan at. O çalıştı mı köyde dönüp bakmayan kalmazmış. Gencecik kızlar pencerelere çıkarmış da perdelerin arkasından seyreylermiş motoru. Köy yerinde meraktan bol ne var!

Bahri emmi varmış, kayaya bağlamış motoru. Çek babam çek, çek babam çek. En son, alın yazısı, motor ters dönüp devrilivermiş altında da Bahri emmi. Celal'in anası Haçça da oracıktaymış. Daha el kadar sabi sübyan. Bağırmış çağırmış da duyan olmamış. Motoru kaldırmaya yeltenmiş lakin çocuğun gücü mü yeter? Babasının öyle kanlar içinde ezilerek can verdiğini görünce Haçça'da ta o zamandan bir "gırıklık" belirmiş.

Köylüler sonradan görüp gelmişler, yardım etmeye çalışmışlar ama iş içten geçmiş bir kere. Bahri emmi hakkın yolunu çoktan tutmuşmuş. Yalnız Bahri emmiyi öyle gören kim varsa içi acımış. Köyün karıları ağıt yakmışlar, zalim motor diye hala söylene gelir.

"Acı haber gelmiş köyde dolaşır

Al ganlarım motora bulaşır

Babam yavrum baş ucumda ağlaşır

Kader böyleymiş, kime ne deyim.”


İşte böyle yetim kalmış Celal'in anası. Sonrası perişanlık. Tüccar motorumu hurda ettiniz deyip Haççaların tarlalarını almış ellerinden. Zati gözü de varmış. Haççagil o vakitten sonra hep elin işçiliğini yapagelmişler. Zor tabii el işi. Anlayacağınız çocukluktan başlamış çekmeye Haççe bacı. Evlenmişte düğününde bile oynayacak moral bulamamış. Yaşı 60 olmuş, bir kere at sırtı görmemiş. Tabanları yol yürümekten aşınmış. Kocası yatağa düşünce çileye çile eklenmiş. Allah'tan bu sefer yanında Celal varmış.


Benim anam dağ gibi kadın dedi Celal. O yokluğa, perişanlığa, köy yerinde başsız erkeksiz kalmaya göğüs germiş de 7 çocuk büyütüp yetiştirmiş. Kocası yatağa düşmüş, muhanete el açmamış. Taştan çıkarmış ekmeğini. Yoktan var etmiş. Allah taksiratını affetsin, bu dünyada çok çekti. Öbür dünyada yüzü gülsün. 


Gariban ana gariban evlat yetiştirir. Ne yapsın, o da isterdi Celal iyi yere gelsin, büyük adam olsun ama elinde yok ki çocuğuna versin. Acaba Celal’in annesi de İzmir'de doğmuş büyümüş olsa hali nice olurdu? Sesi yanık derlerdi köylüler Haçça bacı için. Köyde cenaze olduğu zaman Hacca bacı ağıt yakınca rahmetlinin düşmanı bile dayanamaz ağlarmış. Bahsettik ya, ta çocukluktan tatmış acıyı o sebeple içten okur derler.


Düşündü, düşündü, iç çekti Celal. O iç çektikçe Torosların allı mavili çiçeklerinin kokusu ciğerine doldu. Boş verdi sonra. Ne Gökçe Celal'i anlar ne Celal Gökçe'yi. Öylesine derin bir uçurum var arada. 

Oturdular bir tepeliğe. Torosları izlediler. Bir de köpürüp gelen bulutları. Başka ne gelir elden...