Havalar soğumaya başladığında içinde bir yerlerde yeşermeyi bekleyen bir filiz, yeşerirdi sanki. Bu sıcağı sevmemenden mi yoksa soğuk havalara bayıldığından mı kaynaklanıyordu bilmiyorum fakat hiç olmadığın kadar neşeli olur ve beni de kendinle oraya buraya sürükler dururdun. Her şeyinle beni etkilemeyi başaran sen, bununla da beni etkiliyor ve darmadağın olduğum anlarda beni yerden kaldırıp: ‘’Bu işte birlikteyiz.’’ diyebiliyordun. Bundan hiç pişman olmadım, aksine gün geçtikçe ben de kışı dört gözle bekler oldum. Kendisiyle aramız iyi olmasa dahi sen ve kış arasındaki büyüleyici bağ beni de oldukça etkilemiş ve aranızdaki o büyülü bağa kapılmama neden olmuştu. Artık kışı dört gözle beklemiyorum fakat geldiğinde de kovmuyorum onu buralardan. Elimden geldiğince hem kendim için hem de senin için aranızdaki bu büyüleyici bağın ateşini harlamaya çalışıyorum. Bunu senin kadar iyi yapamıyorum tabii. Eminim bu hâllerimi görsen benimle sağlam bir dalga geçerdin. Kim bilir, belki de gerçekten bir şekilde beni görebiliyorsundur. Bunu gerçekten isterdim.

Zümrüt yeşili vosvosun, mevsimlere ve ruh hâline göre değişen saçlarının önleriyle aynı renkti o kış. Mor, yeşil, turuncu, kırmızı, mavi, açık mavi, sarı her rengi denemiştin neredeyse. Sonra verdiğin ani bir kararla bana ‘’Artık hep maviden ilerleyeceğim, en çok o yakışıyor bana.’’ demiş ve o günden itibaren gerçekten aylarca maviden ilerlemiştin. Dediğine göre kıyafetlerinle de takıp takıştırdığın onlarca aksesuarlarınla da en iyi mavi gidiyordu. Bana -özellikle de kış geldiğinde- giydiğin turuncu montun ve mavi saçlarınla Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmindeki Clementine gibi olduğunu söylerdin, ardından o günün akşamı bilmem kaçıncı kez birlikte o filmi izlerdik. Her ne kadar sonu gelmek bilmeyen izlenecek filmler klasörüne düzenli olarak yeni filmler eklesen de sevdiğin filmleri tekrar tekrar izlemeyi seviyordun. Onlarca kez izlemiş de olsan film esnasında, ısrarla yine aynı yerlerde gözlerin dolar ve yine aynı yerlerde ağlardın. Sonundaysa yine filmin soundtracklerinden birini açıp kulaklığının tekini bana, diğerini kendine takar ve izlediğimiz filmin etkisini biraz daha arttırırdın. O zamana kadar her şeyden çok çabuk sıkıldığımı düşünen beni, bu ve bu tarz şeylerle defalarca kez yanılttın. Bütün bunlar olurken gözden kaçırdığım şeyse sendin; peşini bırakamadığın ve ruhunda derin yaralar açmış olan asıl sen. Son zamanlarda benimle daha az konuşuyor, günlüğüne daha çok şey yazıyordun. Bunu fark etmemek için insanın kör olması gerekirdi fakat ben bunu ciddiye almadım çünkü sen, her mevsim geçişinde biraz afallardın sevgilim. Sonra kışın ikinci haftası geldi çattı ve sen saçının önlerini aniden mora boyadın. Bir iki aya kalmaz maviye döneceğine adım gibi emindim o yüzden şimdiden seninle uğraşmak için can atar olmuştum. Seni ilk kez kırtasiyede görmüştüm. Numaralarına göre sıralanmış fırçaları öyle dikkatli inceliyordun ki bir an donup kaldığını düşünmüştüm. Parmaklarını fırçaların arasında gezdirirken birden durdun ve numarasına bile bakmadan durduğun yerdeki fırçayı öylece seçtin. İşte ben de tam o sırada yanına geldim çünkü elinde tuttuğun fırçayı birkaç gün önce ben de görmüş ‘’Nasıl olsa daha çok var, sonra alırım.’’ deyip bugüne ertelemiştim. Uzun zaman sonra ilk kez tekrar kendimi boyaların arasına atacak ve sadece onlarla ilgilenecektim. Bu yüzden ilk bakışta diğer bütün fırçalara benzeyen lacivert saplı fırçayı elimde biraz evirip çevirip aklımın bir köşesine not etmiştim. Gözlerimle hızlıca fırçaları taradım lakin benim sadece birkaç gün önce gözüme kestirdiğim o fırça, o kırtasiyedeki son fırçaydı ve o son fırça da senin elindeydi. Sana iyi bir fırça seçtiğini söyleyince birden afalladın ve kulaklığının tekini çıkartıp ‘’Efendim?’’ diye karşılık verdin bana. O zamanlar benim için bu çok utanç verici hikaye, seninle geçireceğimiz altı yıl boyunca sürekli olarak bir şekilde karşıma çıkacak ve ikimiz de o anki yüz ifademle dalga geçiyor olacaktık. Kulağımın kızardığını hissediyordum, oradan kaçmak istiyordum fakat bunu yapmayıp cümlemi tekrarladım. Güldün, güldüm ve o kırtasiyeden elimde lacivert saplı fırçayla çıkan ben oldum. Dediğine göre, senin elindeki fırçaya ihtiyacın bile yokmuş. Bunun yalan olduğunu aylar sonra öğrenecek ve çok kısa bir süre sonra onu sana verme teklifinde bulunacaktım. Ve işte sen sevgilim, bu tekliften sonra tamamen hayatıma dahil oldun. Her günümüz süper geçmiyordu elbette, böyle bir şey mümkün bile değildi, ne sana ne de bana göre. Hayatın ceremesini diğer herkes gibi biz de çekiyorduk fakat o güne kadar her şey tıkırında ilerliyor, arada farklı yönlere savrulsak da günün sonunda tekrar aynı yönde ilerleyebiliyorduk ve bu durum kışın bitmesine yedi hafta kalana kadar da böyle devam etti. O gün -saçının önlerini mora boyadıktan yaklaşık üç hafta sonra- beni kollarımdan çekiştirerek bir hışımla arabana bindirdin, bana ‘’Sana bir hikaye anlatacağım.’’ deyip arabanı çalıştırdın ve arabanı sürmeye başladın. Bir sana, bir yola bakarken hâlâ ne olduğunu kestirmeye çalışıyordum. Gittiğin rota seninle ilk kez karşılaştığımız kırtasiyeye giden -tabii şimdi yerinde yeller esiyordu- birlikteliğimizin birinci yılının sonlarında keşfedeceğimiz kestirme bir yoldu ve sen birden beni götüreceğini sandığım rotadan çıkıp yolun sağ tarafında kalan bir sapağa yöneldin. Zıplaya sarsıla geçtiğimiz o kötü sayılabilecek on beş dakikalık yolun sonunda bizi -daha doğrusu beni çünkü belli ki bu senin buraya ilk gelişin değildi- kocaman çam ağaçlarıyla karşılayan, yer yer çamurlu, sonbaharın izini ‘’Biz hâlâ buradayız!’’ dermişçesine haykıran kurumuş yaprakların oluşturduğu minik bir gölete getirdin. Arabayı durdurup kafanı benden yana çevirdin ve yüzümü, sanki ne düşündüğümü kestirmeye çalışıyormuş gibi inceledikten sonra ‘’Özür dilerim.’’ deyip ağlamaya başladın. Orada, o minik göletin üstünü kaplamış kurumuş yapraklara bakarak kaç saat geçirdik bilmiyorum. Bana sürekli başa dönüp durduğunu, hiçbir şeyi tam anlamıyla başaramadığını, bu durumdan sıkıldığını, kendine katlanamadığını, güzel olan hiçbir şeyi hak etmediği söyledin ve anladığım kadarıyla buna ben de dahildim. Sana bunun doğru olmadığını kanıtlamak için bir sürü örnek sundum. İlk başta bunlara karşı direnç gösterip sadece kafanı sallasan da bir süre sonra sen de beni onaylamaya başladın. Hiç gurur duymadığın, neden, ne düşünerek ve hatta niçin yaptığından bile emin olmadığın o şey sekiz yıl sonra sol koluna bir dövme daha ekletmene neden olacaktı sadece. Bu, başa döndüğünü göstermezdi öyle değil mi? Sen, yine aynı sendin benim için. Yola çıkarken bulutların arkasına saklanmış güneş, eve dönüş yolumuzda sanki daha önce hiç orada bulunmamış gibiydi. Arabayı durdurdun; indin, indim, sen arabayı kitlerken ben de evimizin kapısını açtım. O akşam, alışkanlık gereği -yatakların kişinin kendine ayırdığı özel bir alan olduğunu düşünüyordun- ayrı ayrı yattığımız yataklarımızı birleştirdim ve bir süre sana sadece sıkı sıkı sarıldım. Gözümü açtığımda havanın aydınlanmış olduğunu gördüm fakat sen yanımda yoktun. Bir not yazdın mı diye yataklarımıza bakınırken komodinimin üstündeki telefonumu kontrol etmek aklıma geldi lakin burada da herhangi bir şey yok gibiydi. Ben de komodinimin üzerindeki telefonumu kaptığım gibi sağ elime sıkı sıkı tutuşturdum ve evde volta atmaya başladım derken salonda kanepenin üstünde uyuyan seni görmemle birlikte içime soğuk sular serpildi. Tam da bu yüzden yataklarımız ayrıydı işte. Sen hiçbir şekilde kolay kolay uykuya dalamıyordun yanında biri varken ve özellikle de o biri, sana sarılıyorsa. Bu özelliğini annen sayesinde keşfettiğini söylemiştin bana. Küçükken her fırsatta annenin yanına usulca sokulur, annene saçlarınla oynamasını rica eder, bir süre sonra da birbirinize sarılarak uyurmuşsunuz. Yıllar geçtikçe ve sen büyüdükçe bu, küçükken olduğu gibi rahat ve konforlu gelmemeye başlamış sana. Hâlâ annenin yanına sokuluyor, onunla uzanıyor ve hatta bazen uyuyormuşsun ama bu çok da rahat değilmiş işte. Ayrıca annenle her uyuduğunda bir şekilde ya onun üstü ya da senin üstün açık kalıyormuş, bu yüzden bir süre sonra bu uyuduğunuz bazı zamanlarda sen de kendi yorganını götürmeye başlamışsın. Annen gibi çok çabuk uykuya dalamadığın ve aynı şekilde uyanamadığın için de en konforlusunun her ikiniz için kendi yataklarınız olduğuna kanaat getirmiş ve annene ‘’İleride olur da biriyle aynı evde yaşayacak olursam yataklarımız kesinlikle ayrı olacak.’’ demişsin bir gün yine uzanırken. Bunu bana anlattığın günkü yüz ifadeni hatırlıyorum ve şimdi anlayabiliyorum o zaman ne kadar tedirgin olduğunu. Benden herhangi bir tepki vermemi beklemiş miydin hâlâ kestiremiyorum fakat söylediklerine karşı sadece gülümsediğimde sağ kaşını şöyle bir kaldırıp yüzümü incelemiş ve ardından gülmeye başlamıştın. Yine çok geriye gittim değil mi? Bir süre senin kahverengi tekli koltuğunda oturdum ve perdeden gelen güneş ışığının bütün bir odayı nasıl aydınlatabildiğini düşündüm. Ardından kulaklığımı almak için yatak odasına döndüm ve kendimi yatağa attım. Sadece birkaç dakika gözlerimi dinlendirecektim. Aklımda kulaklığımı almam gerekiyor cümlesi dönüp dolaşırken uyandım. Hava hâlâ aydınlıktı fakat sabahki kadar değil. Salona doğru yürümeye başladım, gözlerimdeki şeffaf lensler yeni uyandığımdan olsa gerek hâlâ tam olarak netleştirememişti görüş alanımı. Geldiğimdeyse koltuğun üzerindeki şeyin bir battaniye mi yoksa sen mi olduğunu anlamak için yakınına gitme ihtiyacı duydum. Sendin ve hâlâ uyuyordun. Kaç saat geçmişti? Bir, iki, üç? Nabzını yoklamak için elimi boynuna götürdüğümdeyse elimi tuttun. Usulca gözlerini açtın ve uzun uzun bana baktın. Parmaklarını yüzümde gezdirirken gözlerini kapattın. Buna bir anlam veremedim fakat yadırgamadım da. Orada öylece durdum ve soğuk parmaklarının yüzümde gezinmesine izin verdim. Uyandım. Hava hâlâ aydınlıktı fakat sabahki kadar değil. Salona doğru yürümeye başladım, gözlerimdeki şeffaf lensler yeni uyandığımdan olsa gerek hâlâ tam olarak netleştirememişti görüş alanımı. Geldiğimdeyse koltuğun üzerindeki şeyin bir battaniye mi yoksa sen mi olduğunu anlamak için yakınına gitme ihtiyacı duydum. O koltuktaki şey ne sendin ne de bir battaniye. Gözlerimi kapadım, ovuşturdum, hızlanan kalbimin sesli atışları eşliğinde korka korka da olsa sonunda gözlerimi yarılamayı başardım ve yere yığıldım. Titredim, sarsıldım ve sarsıla sarsıla ağlamaya bir süre sonra da bağırmaya başladım. Kaçıncı kez oluyordu bu? Kaç kere daha görmem gerekiyordu seni? Kaç kere daha unutacaktım artık burada olmadığını? Uyandım. Hava hâlâ aydınlıktı fakat sabahki kadar değil. Salona doğru yürümeye başladım, gözlerimdeki şeffaf lensler yeni uyandığımdan olsa gerek hâlâ tam olarak netleştirememişti görüş alanımı. Geldiğimdeyse parkenin üzerindeki kolilerden oluşan yığının arasına daldım ve birkaçını itekleyerek kendime oturacak bir yer açtım. Perdeden gelen belli belirsiz güneş ışığının nasıl da bu hâliyle bile bütün bir odayı aydınlatabildiğini düşündüm, kendinde nasıl bu gücü bulabildiğini. Herkesi ve her şeyi aydınlatırken seni nasıl es geçebildiğini. Gülümsedim ve etrafıma son bir kez şöyle bir baktım. Kolilerden destek alarak ayağa kalktım ve perdeyi kapattım.

Kim bilir, belki de gerçekten bir şekilde beni görebiliyorsundur. Bunu gerçekten isterdim. Herkes öğrenmeliydi bir gün ve sanırım artık ben de öğrendim sevgilim.