Düşüncelerim uykuya dalacak gibi olunca düşlerimin nevresimi eserleriyle onu okumaya başlardım. Bir nefeste de sonlardım. Öyle nefes değil. Bu ruhumun nefesi, yani bedenimin mezesi. Yahut tam da tersi. Biri ötekisinin yansıması. Yansımaması hatta yadsıması. Bir mezarlık işte bu, tıpkı edebiyat.


   Edebiyat ne güzel mezarlık. Bazı, ölüler görmeye giderim. Ölmüş müdürler? Ölmemişler. Dipdiridirler. Hayalet hayal et. Ha işte ettiğin gibidirler. Dipdiridirler. O kadar solmuş benizleri sen gördüğünde canlanıverir. Sen yoksan eğer canlarını verir. Sana verir, bana verir. Bir el verir. Tutup alır götürürsen sana da can verir. Ah edebiyat, sana bir el vermeye gelmez ki! Kolunu ister, bacağını ister. Tüm bedenimi al götür diyesin gelir. Bir histir edebiyat; ansızın gelir, istersen gelir, mütemadiyen gelir, seyrek gelir... Ne güzel mezarlık sen gidersen gelir.

   Mezarlıkta dolaştım yine bir gece vakti. Tam bu manzaranın seyrine dalmıştım ki mezarlığın dışından bir ses işittim:

   -Tüm bu insanlar niye benle uğraşır, dedi, biri.

   Mezarlığın içindendi sanki bu ses. O zaman bir yabancı olmasa gerek. Herkese yabancı da olabilir.

   - İnsanların da işi yok ya, senle uğraşacak, dedim. 


    Biri çıkıp "evet,yok" dese inanacaktım.


    Aklımın tenhasında yürümeye koyuldum, anıtın kalabalığında. Derken dışarı attım kendimi bir nefes almak için. Bu nefes nasıl bir nefes bilemedim. Dar sokaklar, geniş caddeler, temiz yüzlü çocuklar, boğuk bakışlı kadınlar, cağaraları gibi yanan adamlar boyunca dolaştım. Dolaşmak, öyle bir dolaşmak ki vücudda kan gibi. İnce çizgiler boyunca dünyayı dolaşmak düşünün; kanı düşünmeyin, mağaranın ucundaki ışığı düşünün, kaplumbağı düşünün, tavşanı, ağacı, maviyi, kuşu, taşı, dalgaların kırbaçladığı kayayı. Akan sular hep böyledirler, kendilerine yol ararlar. Yolu düşünün. Vardığım meyhanenin önünde ben öyle düşündüm. Yol buraya mı varıyor, diye. Denemekte zarar mı var? Tam kapıyı açmak için zorlayacaktım ki bir serseri çıktı. Açtığı kapıdan giriverdim. Gözlerim ilk boş bir masa aradı. Masalar boyunca gezen gözlerime tanıdık birileri takıldı; üç beş züppe takımı. Takım dediysem elbise olanı, canım. Bazı, bazı bedenleri görmezden gelirim. Peki böyle yerlere niye gelirim? Çırak yok, usta yok, patron yok, müşteri var ama yok. Var ama yoklar da denemekte zarar görmemişler sanırım. Tabi her iş yeri böyle değildir, gücenmeyin. Gücenmeden dışarı attım kendimi, henüz bu ziyafete ve zerafete hazır değildim.


   Adını boşverdiğim bir boşvere gittim. Siz de boşverin. Boşverler dolusu boşveriyordum. Doluyu kim verir ki? Ben! İkisini de aynılıkla verebiliyordum. Bu ıssız karmaşıklıkta yalnızlığımla dolaşmaya öyle niyetliydim ki karşımda Alemdağ ikilisini görmeseydim bu niyetin gerçekliğine kolaylıkla kanacaktım. Beni fark etmemişlerdi, epey uzak da değildik birbirimize oysa ki. Tabi farketmezler yahu, şu sohbetin alıp götüren sıcaklığına tanık olsanız, siz de farketmezdiniz. Yahut fark edersiniz; arada bir nefes almak gerekir. Panço tam nefes alıp soluklanmak için paragraf başına oturacaktı ki "Hişt hişt" diye bir ses duyuldu. Kimden çıktığını bilmediğim bu sese gülüştük. Said Faik'ten çıkmıştır, kimden çıkacak? En kötü ihtimal susam kokulu ceketinin cebinden çıkmıştır.


   Boşverden başladık konuşmaya. Derken dolu verden, Rıza Milyon-er'den. Semaverden konuşmadık henüz... Panço'dan konuştuk, benden, Sait Faik'ten... Kaşlarıma dalınca gözleri sanıktan konuştuk. Ben o değilim, dedim. Odisya, dedi. Ona demedi. Panço bi ara "Panço" dedi. Panço, dedim ben de. Bana da gerek. Ne gerek, dedi Sait Faik. Panço dedim. O bana gerek, dedi. Hangisi dedi, bilemedim. Boşverdik. Dolu verdik. İnce bir nüansla doluverdik. İnsan, insanı bir şeyler paylaşmadan tanıyamazmış. Bu ilk tanışmamız da değildi oysa ki. Ben onları yine bir başka, bambaşka anladım. Anladım mı, bilemedik. Aynı anda konuşup aynı anda dinledik birbirimizi. Bir yer tarif ettiler, bir yer sordum. Birini tarif ettim, birini sordular. Bazı, bazı şeyler sorduk; bazı, bazı şeyler cevapladık. Bir sus geçti, konuştuk. Günün yorgunluğunu büyük kuvvet ve azimle çeken gözlerim kapanacak gibi oldu. Bir veda, bir merhaba sığdırdık. Ben dolup giderken, hikâyenin başına Sait Faik oturdu, paragrafın sonuna da Panço.


  Acaba, dedim sonra. Sait Faik nasıl anlatırdı tüm bunları, Panço orada olmasa? Sahi Panço orada mıydı ki? Ya Sait Faik? Ben? Panço'nun "oradaydık" dediğini işitir gibi oldum. "Hişt hişt" dedim. Bunları Sait Faik'ten dinlemek üzere düşler kurdum. Bir şeyler özledim. Acaba, dedim sonra, o da özlemiş midir yeni hikayeler anlatmayı?