Yukarı çıkana kadar kimse konuşmadı. Dijital, bilgisayarı kendi odasına taşıyacağımızı sanarak sesindeki alaycı tonu daha baskın bir vaziyette:

-Usta, bunları aldık da inan hiçbir işimize yaramaz. Tahminime göre açılması bile on-on beş dakika sürer. Herhangi bir işlem yapmaktan bahsetmiyorum bile.


Ben de biliyordum öyle olduğunu. Aslında bu, zamanının iyilerindendi. Şimdinin beklentileri, ihtiyaçları bambaşka olduğu için bunların yetersiz kalması gayet normal. Ama işte dediğim gibi zamanının iyisiydi bu. Ne yazık ki o zamanda yaşamıyorduk artık, işin en acı tarafı oydu.

-Yeni odaya, kapının yanındaki bilgisayar masasına koyalım bunu. Eksik kabloları varsa da tamamlayalım. Hemen çalıştırabilirsen memnun olurum.


Soğuk ve düz bir söyleyişle konuştum. Saat sabaha doğru ilerliyordu. Dijital bilgisayar için kalmıştı, onun dışında hiç kimse kalmadı. O da benimle konuşmadan işini hemen halledip gitmek istiyordu. Kabloları sürekli yanlış yere takmasından böyle düşündüğü belli oluyordu. Neyse ki çok fazla boğuşmasına gerek kalmadan işini halledip o da gitti. Ben yalnız kalmıştım. Sandalyeyi çekip iyice inceledim. Yıllardır fotoğrafına baktığı evladına kavuşan anne gibi dokunmaya kıyamıyordum. Hareketsizce izledim. Bir zaman sonra dayanamadım ve bilgisayarı açtım, çekyata tekrardan uzandım. Gözlerimin dolduğunu hissettim. Göz kapaklarımı biraz gevşettim, ellerimi karnımın üzerinde birleştirdim. Aklımdan geçenleri telaffuz etmeye cesaret edemedim. Sadece zihnimin bir an önce uyuşmasını istiyordum. Sabahın ilk ışıklarını burada uyuyarak karşılamak güzel olacaktı hiç şüphesiz.


Henüz uykuya dalıyordum ki ayak seslerini işitince irkildim. Saate baktım, dokuzu geçiyordu. Uyudum mu uyuyamadım mı orasını pek kestiremedim. Gerçekle rüyanın iç içe geçtiği nadir anlardan birini yaşıyordum sanki. Zihnimde birkaç şey dönüp dolaşıyordu ama bunların gerçekliğini kestiremiyordum. Başımda da hafiften bir ağrı kol geziyordu. Gözlerimden alnıma yükseliyor, tam burnumun üzerinde birleşiyordu. Gittikçe de artıyordu. Kalkıp kapıya doğru yöneldim, başımı sürüklüyordum sanki peşimden. Kapıdan yardım uman biçare gibi yığıldım kapının koluna. Sıkıca sardım. Yavaşça aşağı bastırıp kapıyı açtım, ağrının tahmin ettiğimden daha fazla olduğunu o an anladım. Lavaboya geldiğimde sanki dünya durmuş da ben dünyanın etrafında dönmeye başlamıştım. Öyle bir ağrı, öyle bir sancı… Yüzüme birkaç avuç su çarptım yetmedi, birkaç avuç daha çarptım. Ellerimi lavaboya dayadım, yüzümden akan damlaların küçük deliklerden kayboluşunu izledim. Bir zaman sonra biraz daha iyi hissedince son damlaları da havluya bırakıp çıktım. Aslında niyetim her zamanki yerlerime uğrayıp çay-çorba keyfimi sürdürmekti ama en azından şimdilik böyle bir şey pek mümkün görünmüyordu. Tekrardan odaya geçtiğimde Uzun’dan rica ettim. Simit, poğaça, üçgen peynir ve çay. Bilgisayar masasına oturdum, yarım gazete sayfasına sarılmış simitle poğaçayı açtım. Gazetenin bir köşesine de çay bardağını yerleştirdim. Gazetenin tarih olan kısmı denk gelmişti, gözüm kaydı: 30.03.2000. Okula başladığım zamanlar olmalıydı. Buruk ve tedirgin bir gülümseme kapladı odayı. Bunca yıl bu gazete nasıl saklanmış, nasıl önüme kadar gelmiş orasını hiç düşünmedim. Bilgisayar karşımdaydı ama bununla, özellikle de bu devirde hangi işlem yapılırdı bilmiyordum. Hiçbir sayfayı çalıştırmasını da beklemiyordum, hiçbir işlem yapmasını da. O yüzden çocukken yaptığımız en saçma işleri hatırlamaya çalıştım. Arka plan görüntüsü oluşturmak, sürekli sayfayı yenilemek, kayan yazıdan ekran koruyucu oluşturmak… Evet, en güzeli de buydu sanki. Hemen ekran koruyucu sekmesini açtım. Çocukluğumda yaptığım gibi adımı soyadımı yazdım. Rengini, boyutunu, süresini ayarladım. En kısa sürede girmesi için en düşük saniyeyi yazdım. Fareyi biraz uzaklaştırdım, elimden etkilenmesin diye. Adım karşımda kayarken, duvardan duvara çarpar gibi bir oraya bir buraya sekerken ben de çıtır simitten bir ısırık aldım. Simit bitti, poğaça bitti, çay dört-beş defa devir oldu. Ben hâlâ adımı izliyordum. Gözüm bilgisayarın ekranında, aklım yarın geceki işimizdeydi. Aralıklarla yapmak daha mantıklı olacaktı. Belki ileride aralığı daha da uzun tutabilirdik. Şimdi bunu düşünmenin bir önemi yoktu. Yarın gece de aynı saatte, aynı hareket planı ile işe koyulacaktık. Her zaman olduğu gibi planımızda bir değişiklik yoktu. Sandalyeyi geri ittirip kalktım. Kapıyı açtığımda masanın başında oturuyorlardı. Hepsine içten bir “günaydın” dedim. Ağzımı açabildiğim kadar açmıştım. Başımın ağrısı da bayağı hafiflemişti, kayan yazı efekti baya iyi gelmişti anlaşılan. Onlar da aynı şekilde karşılık verdiler, yanlarından gülerek geçtim. Elimdekileri bırakıp döndüğümde hepsinin yüzü yine asılmıştı. Kayan soruları, duvardan duvara seken acabaları görebiliyordum o ifadelerde. Ağzımı açarak sandalyemi çektim, büyük bir neşeyle söze girdim:

-Kim bilir ne kadar çok sevinmiştir. Sabah kalktığında masanın üzerinde gördüklerini eminim rüya sanmıştır. Siz ne düşünüyorsunuz? Sizce de öyle olmamış mıdır?

-Öyle…

-Hı hı…

-Tabii tabii canım öyle…


Onların karşısında türlü eğlenceler yapıp en komik durumlara düşen biri gibi hissediyordum kendimi. Neşemden hiçbir şey kaybetmemiş gibi yaparak, ağzımı açarak konuşmaya başladım yine. Yüzlerine gülerek bakıyordum ama onlar yüzüme bakmıyorlardı. Güzel bir iş yapıyorduk aslında, neden böyle tepkiler verdiklerini anlamıyordum. Hiç bozuntuya vermedim, yani vermemeye çalıştım:

-Sanayi Mahallesi 1400 No.lu Sokak Numara:9. Bir televizyon ve Türk klasikleri seti istiyorum. Yarın yine aynı saatte. Bu kez de ben bakmadım yüzlerine. Kalktım, yeni odama geçtim. Kapıyı kapatıp bilgisayarın başına oturdum. Adım hâlâ sağa sola gidip geliyordu.




Devamı gelecek...