Gözlerimi yavaşça açmaya çalıştım ama pek başarılı olamadım. Zihnim uyanmıştı, çevremde olup bitenleri anlamlandıramasam da işitebiliyordum. Her şey anlamsız yığınlar gibi geliyordu. Konuşmalar, görüntüler, eşyalar… Hiçbirinde anlamın zerresini bulamıyordum. Boş bir şekilde yatıyordum. Hissettiğim şey sadece elimdeki hafif ağrılar ve ağırlıktı. Yastıktan başımı hafifçe öne doğru kaldırdım. Bir kez daha gözlerimi açmak için zorladım. Renkler, şekiller hızla saldırdı. O an fark ettim işte. Evden aldığım fotoğraf hâlâ ellerimdeydi ve sıkıca tutuyordum. Uyandığımı gören arkadaşlarım, hemen başıma toplandılar. Dizlerinin üzerine çöküp benimle konuşmaya başladılar. Kimi gülüyor kimi bağırıyor kimi soru soruyordu. İki kişi omuzlarımdan tutup iyice doğrulttu beni. Albız o sırada ürkek bir serçeye yaklaşır gibi elini uzattı. Beni incitmekten korkar gibiydi. Fotoğrafa dokunduğunda göz göze geldik. İkimizin de gözleri nemliydi. Yalvaran gözlerle, “hadi bırak artık” diyordu. O fotoğrafı tuttukça ben ellerimi gevşetmeye başladım. O kadar çok sıkmıştım ki ellerimde neredeyse yaralar oluşmaya başlamış. Bir zaman sonra tamamen bıraktım. Fotoğrafı aldı hemen bilgisayarın yanına koydu ve bana çevirdi. Onun yaptıklarını gözlerimle takip ediyordum. Üçü de başımdaydı. Hepsi sevinmişti elbette ama akıllarında da kim bilir neler dolaşıyordu? E haklılardı sonuçta. Girdiğimiz iki ev, aldığımız eski eşyalar, bıraktığımız yeni eşyalar…

Hadi bunlar neyse de ya o fotoğraf neyin nesiydi? Diğerlerinin bir açıklaması muhakkak yapılırdı. Bu fotoğrafa bir anlam vermelerini beklemiyordum. Gözlerimi artık iyice açmıştım. Gözlerim nemliydi ama dudağım, boğazım kupkuruydu. Uzun’un omzuna güç bele dokundum: “Bir bardak su!” diyebildim. Diyebildim ama ağır bir paragraf okumuş kadar yoruldum. Cümlemi tamamlayınca derin bir nefes aldım. Hemen suyu getirdi, ellerimde derman kalmamıştı, yüzüne bakıyordum. Anlamış olmalı ki hemen içirdi suyu. Suyu içtikten sonra sanki yeniden canlandığımı hissettim.

Kurumuş bir dala, yeni dikilmiş bir fidana can veren su! Kurumuş bedenime yeşillenmiş filizler düşürdü. Peşine bir bardak daha içtim. Artık daha iyiydim. Kendi çabamla az daha doğruldum. Gözlerimi açıp kapattım. Yine konuşmayı denedim: “Bir parça simit!” Evet! Bir solukta söyleyivermiştim! Hemen geldi, simidi parçalayıp ağzıma uzatıyorlardı ki aldım ellerinden. İştahla yedim. Artık iyiden iyiye canlanmıştım. Tabii beynimdeki uyuşukluk devam ediyordu. Ellerimdeki sancılar ise dayanılmaz bir vaziyete bürünüyordu zaman zaman. Üzerimdekini atıp ayaklarımı koltuktan aşağı sallandırdım, arkama yaslandım. İki kişi tekli koltukta oturuyordu. Biri de yanımdaydı. Hepsinin yüzünde aynı ifade vardı: “Dün gece ne oldu?”


Biliyordum. Dünden sonra dayanacak gücü pek bulamadım kendimde. İşlerimiz planladığım gibi gidiyordu. Birkaç yere daha girip çıktıktan sonra bu işi bitirecektik ve bu konuşmayı da o zaman yapacaktım. Yemeğimizi yedikten sonra bilmem kaçıncı semaver çayının eşliğinde bütün soru işaretlerini yok edecektim. Ama maalesef işler genelde planladığımız gibi gitmez. Hele de bizim işte. Yine öyle oldu ve bu konuşmanın şimdi yapılması gerekiyor. Çünkü planın geri kalanına sadık kalınması için arkadaşların kafalarında en ufak bir problem olmamalıydı. Ben onları burada beklerken içim rahat olmalıydı. Hepsine bir kez daha baktım. Bir kez daha, bir kez daha:

-Arkadaşlar, hepinize teşekkür ederim. Ben dün geceye göre gayet iyiyim. Biliyorum her şeyi. Ne düşündüğünüzü, aklınızdan neleri geçirdiğinizi, sormak isteyip de soramadığınız her şeyi biliyorum. İster siz sorun, isterseniz de ben siz sormadan kendim cevaplayım.

Cümlemi tamamladıktan sonra kısa bir sessizlik oldu. Ben karşımda duran televizyona bakıyordum. Dün getirdiğimiz televizyondu bu ve çalışıyordu. Hemen bağlamışlardı demek ki. Daha henüz fark ediyordum. Sessizlik ne kadar sürdü bilmiyorum, Uzun atladı:

-Neden böyle bir işe kalkıştık?

-Çünkü ihtiyacı olan insanlara yardım etmek istedim. Albız devam etti:

-Bu şekilde mi?

-Evet. Biliyorsunuz, biz hırsızız. Bir futbolcu yardım için düzenlenen maçta oynuyor, kimse yadırgamıyor. Bir sanatçı konserinin gelirlerini bağışlıyor kimse “Böyle mi yapılır?” demiyor. Bir restoran sahibi yardıma muhtaç kimselere ücretsiz yemek dağıtıyor, kimsenin sesi çıkmıyor. İşte biz de hırsızız. Hırsızın yardımı böyle olur! Uzun yine dayanamadı:

-Diyelim ki dediklerinde haklısın. Biz de kimliğimizin gerektirdiklerini yapıyoruz. Yeni eşyalar bıraktık, gayet güzel de eskilerini niye aldık? Böyle bir oda niye var?

-Çünkü bunlar benim çocukluğum. Bu oda, bu perde, bu bilgisayar, bu televizyon… Hepsi benim çocukluğum. Benim çocukluğumu çaldılar. Herkes bilye oynamaya giderken ben çalışmak zorundaydım. Herkes çizgi film izlerken ben hayatın gerçekleriyle mücadele etmek zorundaydım. Herkes bu koltukların, bu perdelerin içinde mutlu yaşarken ben, öylesine yaşamak zorundaydım. İşte bu yüzden bunlar burada. Bunlar benim çocukluğum. O bıraktıklarımız da onların çocukluğu. Dijital kısık bir sesle girdi konuşmaya:

-Peki ya o mahalle? Neden sadece orası? Başka yerde aynı durumda insanlar yok mu?

-Elbette ki var. Ama ben öncelikle kendi mahallemden başlamak istedim!


Yeterince açıklayıcı oldu mu bilmiyorum ama hepsinin yüz ifadesinin değiştiğini görmek yetti bana. Üzerlerindeki o sorgulayıcı hâlin yerini bambaşka bir şey almıştı. İyi ki beraberiz, iyi ki bu işi de beraber yaptık der gibiydiler sanki. Sözlerimi tamamlayınca yine uzun bir sessizlik oluştu. Televizyonun cılız sesi de kayboluyordu o sessizlikte. Artık her şey tamam, işin geri kalanını bensiz halledebilirler diye düşünmeye başlamıştım bile. Yerimden kalkıp lavaboya gitmeyi düşünüyordum ki Uzun’un sesi kulaklarımda yankılandı ya da beynime balyoz gibi indi:

-Her şeyi anladık. İyi de yaptık. Peki o? Saatlerdir elinden bırakmadığın o fotoğraf?

İşte bunu beklemiyordum. Aslında bekliyordum ama sorunun bu kadar ağır geleceğini tahmin etmiyordum. Hani demiştim ya “üzeri tozlanmış bazı anılar” işte bahsettiğim şey, tam da oydu. O fotoğraftı. Ama bu işe başlarken asla böyle bir şeye ulaşacağımı bilmiyordum hatta hiç düşünmemiştim bile. Sadece yaşayamadığım çocukluğumu yaşamak istiyordum. Ve insanlara az da olsa katkım olsun istiyordum bunu yaparken. Renk değiştirdiğimin farkındaydım. Hepsi cevap bekliyordu. Bunu söylemesem her şey başa dönecekti. Kalktım. Kapıya kadar yürüdüm. Kapıyı açıp arkamı döndüm ve daha önce yaşamadığımı düşündüğüm bir ruh hâliyle cevap verdim:

-Annem!


Haziran 2020/Taşlıçay