Yetmiyor bu pazar sabahları bana.

Sen geliyorsun çay içmeye

Bir bardak, bir bardak derken

Ocakta demlik tükeniyor.

Sonra kitapları koltuk altında

Dostoyevski geliyor, yüzü bir ölü kadar soğuk.

Selam veriyor Sadri Alışık,

kapıdan ince bir hüzün ile.

Öyle seni konuşmadan göndermiyorum Sadri abiyi.

İstanbul geliyor kahvaltının başına,

denizin kokusunu sürmüş saçlarına,

takmış Galata’yı bir koluna, diğerine Kız Kulesi

Afili afili bakıyor masaya.

Hepimiz bir hoşuz.

Müzeyyen Hanım ile Zeki Bey daimî konuk.

Sonra Kaptan geliyor,

Paris’ten bahsediyor, biraz da Şanzelize’den.

Ricardo'yu arıyormuş, vatansız Ricardo'yu.

Görmedim, diyorum.

Üşümüş elleri, ceketinin cebinde

Orhan geliyor.

Ta Cağaloğlu’ndan yürümüş.

Çay içmeden sigarasını yakıyor,

Cebinde metelik yok.

Varşova'dan bahsediyor, masanın diğer ucundaki mavi gözlü sarışın adam.

Bolşevikler kazanmış savaşı, öyle diyor.

Karanfil kokulu bir cigara yakıyor,

yirmi beş kuruşa hamallık yapan.

Esans kokusu yayılıyor masaya elinde seccade, ver ilaç kokulu çaydan diye sesleniyor dindar adam.

Hepimiz bir hoşuz.

Kör bir adama nota öğretiyor sağır olan.

İddiaya girmişler soyadı tartışmasında,

aynı kadını seven adamlar.

Birisi Olric, “Neredesin Olric?” diye sesleniyor.

Kalın gözlük camlarının ardından

adamın piçine kaldık, serzenişinde heybetli olan.

Hepimiz bir hoşuz.

"R" harfi olmadan cümle kuruyor kasketli olan.

Kan siliyor mendiliyle biri.

Mendilinde kan sesleri.

Ötekinin bütün derdi baba hasreti,

Çağın en güzel gözlü Maarif Müfettişi.

Gülümseyin diyerek bizi çekiyor,

siyah beyaz fotoğrafların Ermeni ustası.

Yetmiyor bu pazar sabahları bana

Sen geliyorsun, soframın bereketi artıyor.

Bir de ölüm diye bir şey var.