Bir yalancılık üstadıdır o. Dünya fazla gerçektir ve o bu gerçeğe katlanamayarak yalana, aldatıcı olana başvurur. Anılarında, kitaplarında sürekli yalan söyler. Verdiği bilgiler uydurmadır. Tarihler çelişkilidir. Öz yaşamını anlatırken hep bir maske takar. Gerçek ismi Henry Beyle’nin üzerine bile bir maske çeker. Bazen ‘’cesar bombet’’ ama çoğunlukla ‘’Stendhal’’ olur.

Hikayesi Fransa'nın taşra kasabalarından birinde Grenoble'de 23 Ocak 1783 tarihinde başlar. Babası avukat Cherubin Beyle, annesi Hanneitte Gagnon'dur. Annesini 7 yaşında kaybeder Stendhal. Annesiz büyümenin bedelini her çocuk gibi o da öder. Ruhunun en gizli saklı bölgelerinde annesizlik çatırtısı hep su sızdırır hayatı boyunca. 'Annesizlik' ilk yıllarda katlanılmaz bir özleme dönüşür. Geceler boyunca hıçkırıklarla uyandırır bu duygusal çocuğu. Disiplinli ve muhafazakar olan babası ile teyzesinin etkisi altında büyür.

1799'da askeri okul sınavlarına girmek için Paris’in yolunu tutar. Paris, ışıltılı ve gösterişlidir. Doğup büyüdüğü Grenoble'ye hiç benzemiyordur. Güzel kadınlar, lüks restoranlar, pahalı içkiler, burjuva yaşamı... Başını döndürür bu 16 yaşındaki çaylağın. Daha o yıllarda bile bir gün bu parıltılı yaşamın içerisinde olmayı hayal eder. Zira Stendhal, iflah olmaz bir ehl-i keyiftir. Ondaki bu keyfiyet düşkünlüğü hiçbir zaman bencilce bir gösterişe dönüşmez. Tüm çirkinliğine inat, güzel olanı arayıştır bu.

Paris'te kuzeni savaş bakanlığında çalışıyordur. Ve yol bilmez iz bilmez Stendhal'in bu koca şehirde ondan başka gidecek kimsesi yoktur. Onun yanına gider ve onun teşvikiyle askeri okul sınavlarına girip kazanır. 1800'de ağır süvari birliğinde teğmen olarak İtalya'ya gider.

1801'de bu sefer Napolyon'un askeri olarak tekrar İtalya seferine çıkar. Bir komutanın asistanı olarak Brescia'da üç ay kalır Stendhal.İtalya, anılarından da anlaşılacağı üzere Stendhal'in hayatında önemli bir yer kaplar. Yazmaya olan tutkusunun giderek alevlendiği o ilk gençlik çağında yerel dergilerin yazarlarıyla tanışır. Onlarla fikir alışverişinde bulunur. Edebiyatın ilk tohumlarını ruhuna serper genç adam.

1802 yılını Almanya, Avusturya ve Rusya'da askeri görevler alarak geçirir. Hiçbir zaman savaşa katılmaz. Daima geri planda durmayı, savaşın gölgesi altında yaşamayı becerir. Top sesleri, mermi vızıltıları, süvarilerin keskin çığlıkları hep uzaktan gelir kulağına. O kendi içindeki savaşla daha çok ilgilenmektedir. İçinde atlar koşturur. Bombalar patlatır. Birilerini öldürür veyahut yaşatır. Kendi kendinin tarihini yazar.

Aynı yıl aşık olduğu birkaç kadından biri olan Madame Rebuffel'in peşinden Marsilya'ya gitti. Aşığının peşinden geldiği bu şehirde birkaç talihsiz ticari girişimlerde bulundu. Ve eline yüzüne bulaştırmaktan asla pişman olmadığı bir biçimde başarısız oldu.1812'de Napolyon'un Rusya seferine katıldı. Tüm Moskova'nın yanışına bizzat şahit oldu. Napolyon'un donmaktan kurtulan pek az askerinden biriydi Stendhal. Ve ölümden kaçış sırasında notlarının büyük bir kısmını kaybetti. Ruhun tüm o parıltılı yangınları, sevinçleri, kederleri kelimelere büyük bir titizlikle dökülmüş, bir katip misali kalbinden gelen sesleri yazıya dökmüş. Ama emekleri bir anda yok olmuştu.

1814'te bu sefer Milano'da tekrar aşık olmuştur bu ayran gönüllü insan. Bu seferki Angéla Pietragrua diye bir kadındır. Stendhal'in aşık olduğu onlarca kadından biridir. Gecelerini ve gündüzlerini ansızın bölerek düşüncelerinin kıvrımları arasında dolaşan bir güzelliktir Angela. Ama diğerleri gibi o aşkınında pek bir karşılığını bulamamıştır. Stendhal'in kalbi reddedilmeye alışkındır. Bu karşılıksız geri dönüşü vakarla karşılar diğerlerinde olduğu gibi. 1818'de tekrar bir aşk macerasına atılır. Bu sefer mutsuzluğunun kaynağıMathilde Dembowskiadlı bir kadından gelir. Onda da istediğini bulamaz Stendhal. Hep bir olmamışlık hali içindedir aşk yaşamı. Kadınlardan en ufak bir kıvılcım görmeyedursun hemen kalbinin tüm kapılarını ardına kadar açar onlara. Kaç kapısı olursa olsun, tüm anahtarlarını karşılık beklemeksizin verir. Kadınlar o berrak zihnini sürekli bulandırır. Ömrü boyunca bir Casanova, bir Don Juan olamamanın acısını ruhunda sürekli hisseder. Kadınlara düşkündür fakat nadiren de olsa bir kadın yanına gelip onunla konuştu mu heyecanlanır, ürkekleşir. Ve gecenin sonunda tüm bunlar için hayıflanır. Kendine kızar. Ama iş işten geçmiştir artık. Yuvarlak yüzü, göbeği, yağ tabakası dolu vücudu, kısa bacaklarıyla zaten pek fazla şansı yoktur kadınlar arasında. ''Hemen her zaman şansızdım aşk konusunda.'' der ve ardından ekler: ''Napolyon'un ordusunun subayları arasında benim kadar az sayıda kadına sahip olan azdır.''Çok fazla kadınla haşır neşir olan subayları görünce içten içe kıskançlık duyar. Ruhu incinir. Hiçbir şey onu o anlarda ''kadınsızlık'' kadar üzmez. Yoksun kaldığı her şey için hayıflanır. Ama bu hayıflanmaların hiçbir yararı yoktur. Stendhal, çaresizce en güzel aşk maceralarının izleyicisi olmuştur. Pek çok kez keskin gözlem yeteneğiyle perde arkasından yaşamı izlemiştir. Hep bir katılma arzusu ve uğraşıyla...

Çirkinliğini takıntı derecesinde dert edinir kendisine. Aynaya bakmaktan çoğu zaman imtina eder. ''Ayna'' demek ''mutsuzluk'' demektir onun için.1830' da sonradan ününe ün katacak olan Kırmızı ve Siyah'ı yazmıştır. Julien Sorel; iki farklı kadın, iki farklı aşk arasında gidip gelmekte olan bir Stendhal yansımasıdır adeta kitapta. Andre Gide, "Kırmızı ve Siyah kendi zamanının ötesinde bir romandır." diye boşuna dememiştir. Psikolojik tahliller öyle incelikli bir şekilde incelenmiştir ki bir edebiyatçıdan çok, zamanının çok ötesindeki bir psikiyatristin kaleminden çıkmış gibidir. Ruhun büyük bir bilginidir Stendhal. Kalbin eşi benzeri görülmemiş gözlemcisi. Yaratıcı gücünün ardında büyük bir gözlem yeteneği yatmaktadır. Duyuları öylesine hassastır ki en ufak bir kapı gıcırtısı, bir yaprak hışırtısı, uzaklardan gelen benzersiz bir koku hemen dikkatini çeker. Birisiyle konuştuğunda kendi içinde aynı anda başka bir konuşma daha gerçekleştirir. Ondaki dikkatlilik, titizlik, ruhun esrimelerini yakından gözlemleme arzusu Tanrı tarafından bahşedilmiş bir yetenek olsa gerek. Yaşanılan her anın sonsuzluğa evrilişinin bilincinde hiçbir gösteriyi kaçırmayarak her şeyi zihnine kaydeder. Yaşar, kurgular...


Abartı ustasıdır Stendhal. Öyle ki Stendhal sendromu, bir sanat eseri karşısında fazla hayranlıktan bayılmak. Boşuna ismini vermemiştir bu sendroma. Bir tabloyu görmek için atına atlar İtalya’ya gider. Yol boyunca da at üstünde bir kitap okur. Her uğradığı şehirde müzeleri, tarihi yerleri ziyaret eder. Tablolar satın alır. Sanatın tüm o ihtişamı karşısında dehşete düşerek hayranlıklarını gizleyemez. Duyuları öylesine hassastır ki o kadar olur. Dışarıdan bakıldığında kaba saba, tıknaz, hırıltılı sesler çıkartan bir obur gibi görünür.Ama biri bir kez olsun içten bir samimiyetle içine bakmayagörsün, içinde açan benzersiz çeşitlikteki çiçeklerin renk cümbüşünü görür. Ruhu, tüm o yağ tabakasına inat, incedir. Napolyon’un eski bir askeri olarak, Napolyon’un Borodino'da patlattığı bomba ,ruhundaki patlamadan daha etkili değildir onun için. Öylesine kayıtsızdır dış dünyaya.Bir toplantıda efendice bir soru sorarlar bu yalancıların en yalancısına, “ne iş yaparsın” diye. Kibirli bir eda ve müstehzi bir sırıtışla, “İnsan kalbi gözlemcisi” diye yanıt verir. Kalplerin Kopernik’idir. Kalemi teleskoptur. Durmadan izler durur. İnceler, eşeler... İnsan ruhu onun için bir karnaval yeri gibidir. Acılar, sevinçler, küçük mutluluklar, kaygılar, heyecanlar... Hep bir arada dans eder bu karnaval yerinde. Ve bunların filmini çekmek de Stendhal'e düşmüştür. Bundan büyük bir mutluluk duyar.


Hayatı gibi ölümü de trajiktir.1839' da İtalya seyahatlerinden birinde kaptığı frengi, etkisini tekrardan göstermeye başlamıştır. 1841'de geçici bir felce uğrar Stendhal. Bu ve buna benzer birçok sıkıntı... Yaklaşmakta olan ölümün ulaklarıdır. Ölümün katlanılamayan ayak sesleri artık pek yakından duyulmaktadır. İstenildiği bir biçimde yaşanmamış bir yaşamın acısı şimdi daha çok hissedilmektedir ruhunda. Kum saatindeki kum tükenmek üzeredir. Perde kapanmak üzeredir. Ve Stendhal sahneden inmekten acayip derecede korkmaktadır. İstediği gibi bir yaşamı sürdürseydi ölümden bu derecede ürkmezdi belki de. Ama Stendhal arzularını, hayallerini yarattığı karakterler üzerinden gerçekleşmiştir.

Neredeyse her insan gibi yalnızlık içinde ölür Stendhal. Ve ancak öldüğünden senelerce sonra eserleri ve kendisi kıymete biner. Paris’te bulunanmezarlığının üzerinden bir köprü geçecektir. Bunun için tüm mezarların yerleri değiştirilir. Onu tesadüfen orada geçen biri tanır ve yazar olduğunu söyler. Bir komisyon kurulur. Eserleri tekrar gün yüzüne çıkarılır. Yeni baskıları yapılır. Yaşarken değil, öldükten sonra kıymeti anlaşılır. Tüm diğerleri gibi o da yeryüzü konukluğu bittikten senelerce sonra tozlu arşivlerden çıkarılıp insanlığın huzuruna sunulur. Tarih, böyle talihsizliklerle doludur. Stendhal de artık olmadığı bir dünyada kıymeti bilinmeye başlananlar arasındadır. Onunla aynı kaderi paylaşacak olan Nietzsche bile hayranlığını gizleyemeyerek şu sözleri sarf etmiştir. Belki de Stendhal’i kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en güzel tanrısız nüktesini aldı elimden:

“Tanrının tek özrü var olmayışıdır.” Ben de bir yerde şöyle demiştim: “Bugüne dek varlığa karşı en büyük itiraz neydi?

-Tanrı...”