Beyoğlu'nun ıssız sokaklarından Haliç'e doğru yola çıktığımda her dönemin yaşanmışlığını hissediyorum. Galata Kulesi'nin eşsiz mimari yapısı ve eşsiz yaşanmışlığı ile birlikte Beyoğlu aşırı anlamlı bir yer oluyordu. Daracık, gün ışığı girmeyen sokaklarında yürüdükçe tüylerim diken diken oluyordu. Hem korku hormonum hem de mutluluk hormonum devreye giriyordu. Binaların yıpranmış camları adeta oradaki yaşamı anlatıyordu. Camlarından içeriye baktığımda içeriden birisi çıkıp beni görecekmiş gibi oluyordum. Beyoğlu'nun Haliç'e çıkan sokaklarında çok farklı bir kültür çatışması yaşamıştım.

Haliç Köprüsü'ne geldiğimde ise sanki bambaşka bir döneme geçmiştim. Yoldan geçen arabaların çığlıkları arasında denizden yükselen martıların seslerine kadar bütün sesler birleşmiş, tam bir metropol şehir olmuştu. Kulaklığım kulağımda Haliç'in eşsiz manzarasını izleye izleye Balat'a doğru geçtim. O Balat'ın eşsiz sokaklarında, eşsiz kaldırımlarında gezerken kendimi kaybediyordum. O geçmişte yaşanan günler gözümün önünden bir film şeridi gibi geçip gidiyordu. Camlardan camlara uzanmış yılan gibi ince uzun çamaşır ipleri, ipe asılmış rengarenk çamaşırlar... Bir süre gezdikten sonra önüme küçük bir çocuk çıktı; çocuk adeta o dönemden çıkmamış, hiç Haliç'e gitmemiş gibiydi. Belki de gidince hiç alışamayacaktı. Balat'tan dışarı çıkan insan hangi medeniyeti görse bir çekinir tabii ki. O mimari, o yaşanmışlık, o hüzün, o mutluluk her yere sinmiş. Diğer dünyanın yapmacılığından uzak bir yer. Kulaklığımı tekrar takıp Haliç'e doğru yola çıktım ve her şeyden uzaklaştım. Gerçeklikten, huzurdan ve insanlardan...